Zincirli
selvi Ağacı
İstanbul’da
Sümbül Efendi türbesinin yanındaki selvi ağacına asılı bir zincir yüzünden
‘Zincirli selvi ‘ diye anılan bu ağaç eski
zamanlarda mahkeme görevi de
görmekteydi. Rivayete göre herhangi bir suçtan dolayı yakalanan bir zanlı ağacın dibine getirilerek burada bırakılırdı.
Selvinin üzerindeki zincir getirilen şahıs gerçekten suçluysa kendiliğinden
hareket ederek aşağıya doğru sarkardı. Kişi masumsa zincirde hiçbir değişiklik
oluşmazdı. Evliya Çelebi’de ünlü seyahatnamesinde halkın bu zincirin yere düşmesi halinde
kıyamet kopacağına inandığından
bahseder.
Çifte
sultanlar türbesi
II.Sultan
Mahmut zamanında 1813 yılında yaptırılmış bir türbedir. Efsaneye göre
Hz.Ali’nin iki kızı Bizans İmparatoru tarafından esir alınır.Hristiyanlığı
kabul etmeleri halinde af edilecekleri söylenerek düşünmeleri için 40 günlük
bir süre verilir. Bizans İmparatoru iki kız kardeşi şimdiki Kocamustafapaşa
semtinde bulunan bir zindana atar. İmparatorun kızı ise sık sık onların yanına
giderek hem teselli etmeye hem de din değiştirmeleri konusunda ikna etmeye
çalışır. Süre sonunda iki kız kardeşte din değiştirmeyi kabul etmezler. Bunun
üzerine imparator her ikisini de öldürterek bu zindanın yakınlarında bir yere
gömdürür. Bu rivayeti duyan padişah buraya bir türbe yaptırır. Duvarları ünlü
hattat Yeserizade Mustafa İzzet efendi tarafından süslenen bu türbe halk
arasında Çifte Sultanlar Türbesi olarak bilinir.
İki
ağaç iki efsane
Topkapı
sarayının birinci avlusunda Aya İrini kilisesiyle Darphane arasında kalan
bölgede yaşlı bir selvi ağacı vardı. Birkaç asırlık olduğu düşünülen bu ağacın
altında Bizans devri azizelerinden birisinin yatmakta olduğu tahmin
edilmekteydi. Bundan dolayı bu ağaç hristiyanlar tarafından sık sık ziyaret
edilerek etrafına mumlar dikilirdi. Bir müddet sonra bu selvi ağacı kurudu ve
çöktü. Bu çöküşle birlikte burada olduğu söylenen mezarda kayboldu.
İkinci
bahsedeceğim ağaç Gülhane parkının
karşısında yol üzerinde. Bu çınar ağacı yaklaşık 400 yıllık bir geçişe
sahiptir. Ağaç Sultan III. Ahmet’in kız kardeşi Zeynep Asıma Sultan tarafından
1800 lü yılların başında yaptırılan caminin önündeki küçük kabristanın içerisindeydi. Yolun genişletilmesi sırasında ağaç
kesilmeyip olduğu yerde bırakıldı. Çınar
kovuğunda bulunan bir taşın ise Fatih Sultan Mehmet’in atından sıçrayarak
buraya saplandığı rivayet edilse de
gerçek olup olmadığı tam olarak bilinmiyor.
Türk dericiliği
Debağat
denilen deri işleme sanatı tarihte ilk olarak
Osmanlı döneminde başlamıştı. Anadolu’da deri işleme sanatının estetik
ve işleme olarak zirvede bulunduğu dönemlerde Avrupa’da bu kadar kalitelisi
yapılamıyordu. Derilere verilen elastikiyet ve yumuşaklık sadece Türklere özgü
bir sanat sırrıydı. Roma imparatorluğunda Türk ayakkabıları giymek bir
ayrıcalık olarak kabul edilirdi.
Osmanlılar döneminde deriden imal edilen
çeşitli süs ve giyim eşyalarının renkleri dahi solmadan günümüze kadar
ulaşması bu sanatın ne kadar iyi icra edildiğinin bir göstergesi olarak kabul
edilir.
İstanbul’un
alınmasından sonra camiye
çevrilen kiliseler
Fatih
İstanbul’u aldıktan sonra sekiz adet kilise camiye dönüştürüldü. Bu kiliseler
ve dönüştükleri cami’ler şunlar
Ayasofya Kilisesi :
Ayasofya cami
Aya Serkiyo Kilisesi :
Küçük Ayasofya cami
Hristo Pankotratos :
Zeyrek cami
H.Sotis Hora kilisesi :
Kariye cami
Altımermer kilisesi :
Altımermer cami
Pantepopto kilisesi :
İmaret cami
Aya Teodora kilisesi :
Vefa cami
Hristo kilisesi :
İsa kapısı cami
28 Mehmet
Çelebi
Osmanlı
sadrazamıdır. Kendisine 28 denmesinin sebebi imzasını Arapça iki ve sekiz
rakamlarını yan yana yazarak atmasıdır. Diğer bir söylentiye göre de
yeniçeri ocağının 28. Dönem mezunlarından olduğu için bu lakapla anıldığı
yolundadır. Osmanlı Devleti’nin Avrupa’ya ilk olarak gönderdiği büyükelçi’dir.
Kafilesiyle mehter marşı eşliğinde Fransa’ya adım atarken büyük bir ilgi ile
karşılanmıştı.Toplam 11 ay kaldığı Fransa’dan döndükten sonra yazdığı ‘Paris
sefaretnamesi ‘adlı eseri büyük yankı
uyandırdı. Patrona Halil isyanı sırasında bu olayı destekler bir tutum alması
üzerine Kıbrıs’a sürgüne yollandı. 1732 yılında Magosa’da vefat etti. Türbesi
aynı şehirde bulunuyor.
İstanbul’un bazı
semtlerinin adları nereden
geliyor ?
Eminönü : Osmanlı döneminde çarşıdaki esnafı
denetleyen kişilere ‘emin’ denilir, bürolarının bulunduğu yer ise Eminönü ismiyle bilinmekteydi.
Taksim : Burası İstanbul’un suyunun
dağıtıldığı yer olduğu için Taksim denilirdi.
Aksaray : Fatih Sultan Mehmet zamanında bu
günkü Aksaray bölgesinden getirilen göçmenlerin yerleştirildikleri yerdir. Buraya yerleşenler kendi şehirlerinin ismini
vermek isterler. Padişah bunu uygun görülünce Aksaray ismi kalıcı hale gelir.
Beyazıt : Padişah II.Beyazıt burada bir
külliye yaptırdığı için külliye ile birlikte semtin ismi de böyle kaldı.
Veliefendi :
Bir dönem Şeyhülislam görevinde
bulunan Veli Efendi’nin bu bölgede sahip olduğu geniş arazi nedeniyle adı
semtte’de verildi.
Aşiyan : Tevfik Fikret bu semtte
bulunan evine Fas’ça kuş yuvası anlamına
gelen aşiyan ismini vermişti. Daha sonraları semtte bu isimle anılmaya başladı.
Bebek : Fatih Sultan Mehmet’in bu bölgeyi
koruması için gönderdiği bölükbaşı ‘Bebek ‘ lakaplıydı. Görevi bittikten
sonrada bu bölgede büyük bahçeli bir evde oturmaya devam eden bu kişiyi
anımsatan bebek ismi kalıcı olmuştu.
Feriköy : Bölgenin isminin burada uzun yıllar yaşamış olan Madam Feri’den esinlenerek
oluşturulduğu söylenir.
Çengelköy : Semtin adı gemi çapaları yapım atölyelerinden gelmiştir.
Şişli : Şiş imalatıyla uğraşan bir
ailenin bu bölgede oturmasıyla bu ismi aldığı sanılmaktadır.
Şaşkınbakkal : Yerleşimin olmadığı zamanlarda burada açılan bir bakkal dükkanı
halk arasında iş yapamayacağı
düşüncesiyle şaşkınbakkal ismiyle bilinirdi.
Tahtakale :
Arapçada kale altı anlamına gelen Taht-el-kale sözcüğünden
türemiştir.
Üsküdar : Bizans döneminde Skutani olarak
bilinen semt zamanla değişime uğrayarak
Üsküdar’a dönüşür.
Yeşilköy :
Ayestafenos adıyla bilinen ve daha çok Rumların yaşadığı bir köydü.
Cumhuriyet döneminde isimlerin Türkçeleştirilmesi sırasında ismi Yeşilköy
olarak değiştirildi.
Etiler :
Boş olan araziye Etibank’ın kurduğu bir site nedeniyle bu isim verildi.
Gümüşsuyu :
Buradaki gümüş kelimesi büyük su
haznesi anlamına gelen gömüş kelimesinden türemiştir. Buradaki çeşmenin yokuşun
üst kısmında bulunan bir su deposundan beslenmesi nedeniyle bu ismi aldı.
Osmanbey : Matbaacılık işiyle uğraşan Osman Bey’in burada bulunan çiftliği
nedeniyle halk bu bölgeye Osmanbey
ismini uygun görür.
Nişantaşı :
Eski zamanlarda ok atma yarışmalarının
yapıldığı yerdi.
Karaköy : Karai denilen müsevi
vatandaşların oturdukları bölge Kakai
Köyü olarak bilinirdi. Zaman içerisinde Karaköy’e dönüşür.
Teşvikiye : Sultan Abdülmecid!in bir mahalle
kurulmasını teşvik ettiği için semte
Teşvikiye adı yakıştırıldı.
Tarabya : Bizans döneminde denize girilen
ve tedavi yapılan yer anlamında Terapia ismizaman içerisinde Tarabya’ya
dönüşür.
Abdülhamit
ve Abdülmecit
1800 lü
yılların başlarında Rusya ve Yunanistan’la olan ilişkilerdeki gerginlik nedeniyle donanmanın güçlendirilmesi düşünülür. Bu amaçla yurt dışından iki adet denizaltı alınması ve
bunların İstanbul’daki tersanelerde yapılacak çalışmalarla modernize edilmesine
karar verilir. Adlarına Abdülhamit ve
Abdülmecit verilen adlı iki denizaltı yurt dışından İstanbul’ a getirilir. Bir çok teknik noksanlıkları olan ve bu sorunları giderilemediği için bu
denizaltılar kullanılamaz.Yıllarca Haliç’te bekletildikten sonra hurdacılara
satılır.
Şanlı Yavuz’un
sonu
Amerika’nın
en büyük gazetelerinden birisi olan New
York Herald Tribune gazetesinde 17 Ağustos 1966 yılında yayınlanan Avrupa
baskısında ‘Son Savaş Kruvazörü ‘ başlığı altında şöyle
bir ilan çıkar. ‘ Yavuz adlı savaş
gemisi hizmet dışı kalmıştır. Boş olarak yaklaşık 22.350 tondur. Tahmini satış
fiyatı 25.199.170 Türk Lirası olup, buda yaklaşık olarak 2.8 milyon
dolardır.’ Almanya’da Goeben adıyla yapılan bu gemi, denize açıldıktan iki sene
sonra Çanakkale’de ay yıldızlı bayrağımız çekilip Yavuz ismini aldıktan 52 yıl sonra ise yukarıdaki ilanla satışa çıkarıldığını bu
gazete ilanıyla anlıyoruz.
Bahriye Mektebinde öğretim görevlileri
Osmanlı
döneminde donanmaya subay yetiştiren Bahriye Mektebinde öğretim görevlileri
öğrencilerin taktığı lakaplarla bilinirlerdi. Bunlardan bazıları
Piko Mehmet : Bir
süre okul müdürlüğü de yapmış olan Mehmet Bey, kısa boyu nedeniyle öğrenciler arasında piko lakabıyla
bilinirdi. Piko kaydırak oyunundaki ufak taşın ismidir.
Dinamit Hüsnü : Geceleri herkes yattıktan sonra
büyük bir hızla yatakhanelere girerek kontrol ettiği için bu isim verilmişti.
Sulu Tevfik : Her şeyi en ince ayrıntısına kadar araştırdığı için bu
isimle bilinir aşırı titizliği ise çoğu kez
etrafındaki kişileri rahatsız ederdi.Tatil günlerinde sivil
kıyafetle İstanbul’da gezip
öğrencilerinin uygunsuz
davranışları olup olmadığına bakması çok meşhurdu.
Kör Rıza : Aşırı derecede olan miyopluğu
nedeniyle sürekli olarak gözlerini kırpıştırarak etrafa bakardı.Ufak tefek ve
zayıf bünyeliydi.
Nefise Hanım : Yaşından umulmayacak bir
çeviklikle hareket ettiği için Yüzbaşı Mehmet Bey’e bu isim takılmıştı.
White Head : Uzun boylu, beyaz tenli sık beyaz
saçlı olduğu için öğrenciler ilk geldiği gün White Head lakabını yakıştırıldı.
Atik Ahmet :
Öğrenciliği sırasında takılan bu lakap aynı okulda öğretim görevlisi
olunca değişmeden devam etmişti.
Pala Osman : Bıyıkları ile meşhurdu.
Beybaba : Konuşması sırasında öğrencilere
sık sık ‘bey oğlum ‘diye hitap ettiği için öğrenciler arasında beybaba olarak bilinirdi.
Yavuz’un emrini dinlemeyen
kadı
Yavuz
Sultan Süleyman şehzadelerinin masrafları için hazineden altı yüz kuruş
verilmesini ister. Bunu öğrenen kadı
hemen padişah’ın yanına giderek ‘ Devletimiz donanma için yeni gemiler
yaptırıyor. Masrafımız bu aralar çok fazla . Hal böyle iken şehzadelere para
ayırmak doğru olmaz ‘ der. Biraz düşünen Yavuz ona hak verdiğini bu isteğinden ise vaz geçtiğini söyler. Bir
müddet sonra kadı işine gidip gelebilmek için bir at , mümkün değilse merkep
verilmesini ister. Kadı’nın isteğini duyan Yavuz
‘ İstanbul
Kadısı’nın eşekle gidip gelmesi devletin
fakirlik görünümüne sebep olur ‘ diyerek
bu isteği geri çevirir.
Büyük hayret
Osmanlı
donanmasının gerçek kurucusu Fatih Sultan Mehmet olarak kabul edilir. Tahta
seçtiği zaman donanma sadece 30 adet
kadırga ile savaş yeteneği bulunmayan az
miktarda küçük tekneden oluşuyordu. Bu dönemde Venedik donanması Osmanlıya göre mukayese
edilemeyecek kadar büyük ve görkemliydi. Fatih Sultan Mehmet tüm yaşantısı
boyunca yeni gemilerle yaptırarak donanmayı kuvvetlendirdi. Öldüğü zaman
Osmanlı Donanmasında 250 harp ve
500 nakliye gemisi bulunuyordu. Bu tartışmasız bir şekilde Venedik’ten bile
büyük bir kuvvet olup , dünyanın en büyük donanmasıydı.Bu gelişmeleri izleyen
bir Avrupalı olan Babinger donanmanın bu
şekilde gelişmesini kısaca ‘ Büyük
hayret ‘ kelimeleriyle ifade etmiştir.
Roma sokaklarındaki küpler
Roma
İmparatorluğu zamanında başkent Roma’nın dar
ve tenha sokaklarına küpler konurdu. Bunlar yoldan gelip geçenlerin
idrarlarını
yapmaları
için bırakılmışlardı. Bu kaplar doldukça
toplanıp yenileriyle değiştirildi. Toplanan idrarlar genellikle ziraat’ta az bir kısmı ise başka
işlerde değerlendirildi. Zamanın meşhur bilginlerinden olan Plinius ‘İnsan idrarı ile gübrelenen tarlaların
ürününün daha bereketli olduğundan
bahseder.’ İdrarların diğer bir kısmı ise
kumaş ve dericilikte işe yarardı. Bugün bu sanayilerde kullanılan
amonyağın yerine o devirlerde idrar kullanılmaktaydı. Dokunan kumaşlar idrar dolu
kaplara yatırılır sonra üzerine çıkılıp iyicene ezilirdi. Böylece amonyağın etkisiyle
kumaş beyazlaşıp temizlenirdi.
Sokaklarda
bulunan ‘amfor’ adı verilen bu kaplardaki idrarları toplamak kumaşçılara ve dericilere verilen bir
imtiyazdı. Onlarda bunun karşılığında vergi verirlerdi. İlk olarak Roma İmparator’u
Vespasainus’un zamanında alınmaya başlanan bu vergi ilk başlarda yadırgansa da daha sonraları
doğal olarak görüldü.
Aygır
İmam
Padişah
III. Selim zamanında bazı yenilik ve modernleşme çalışmaları yapıldı. Bunları bazı din adamları kişisel çıkarları nedeniyle tehlikeli olarak algılayıp gavur
icadı diyerek halkı etkilemeye çalışmaktaydı. Kabakçı Mustafa ile birlikte
III.Selimi tahtan indirilmesine sebep olan aygır imam lakaplı kişi bir oturuşta
1.5 kilo pastırmanın içerisine 40
yumurta kırıp bunu ekmekle yedikten sonra mide fesatı nedeniyle vefat etmişti.
İlginç bir
meslek
Ortaçağ Avrupa’sın da evlerde hatta saraylarda bile tuvalet
bulunmazdı. Bu amaçla evlerde
oturak haline getirilmiş iskemleler kullanılırdı. Evin gizli bir köşesinde
duran bu iskemle gereksinim olduğunda oradan alınır , işi bitince tekrar aynı yerde saklanırdı.
Bu devirlerde başta Viyana olmak üzere Avrupa’nın pek çok şehrinde ilginç bir kazanç kapısı oluşmuştu. Ellerinde oturmaya elverişli bir kova ve pelerinle
gezen bazı kişiler tuvalet ihtiyacı
olanlara ücret karşılığında yardımcı oluyorlardı. Sistem şu şekilde
işlemekteydi. Kovayı yolun tenha bir yerine koyduktan sonra ellerindeki pelerini ihtiyacı olanların başından aşağı geçiriyorlardı. Yerlere kadar
uzanan pelerinden içerisi gözükmezdi. Kişi içerde soyunup ihtiyacını giderdikten
sonra dışarı çıkardı.
Düşkün kadınlara
özel okul
1878
yılında yenilgiyle biten Osmanlı Rus savaşı ardından halk arasında büyük bir
açlık ve sefalet dönemi başlamıştı.Bu dönemde bazı kadınlar günlük gereksinimlerini karşılamak amacıyla
fuhuş girdabına kapılırlar. Özellikle Galata civarındaki ara sokaklar bu
sektörün kullanıldığı yerlerin başında gelmekteydi.1909 yılında Emniyet-i
Umumiye Müdürlüğü kurulduğu zaman buna bağlı birde Zabıta-i Ahlakiye bölümü
açılır. Bunun kurulma sebebi fuhuşun önlemenin yanı sıra cinsel yolla yayılan
bulaşıcı hastalıkların önlenmesiydi. Bu yıllarda
Ahlak polisine bağlı birde polis sanat mektebi açılmıştı. Yakalanan
fahişeler arasında özellikle ihtiyaçları nedeniyle bu sektöre yönelenleri
buradan kurtararak bir meslek sahibi yapma amacını taşımaktaydı. Kabataş’taki
Ethem Paşa Köşkü bu amaçla bir okul
haline döndürülür. Burada kadınlara çorap ve fanila örme, halıcılık, terzilik
dersleri verilerek meslek sahibi
olmaları sağlanmaktaydı.
873 kişilik heyet
Türk
elçilik heyetleri yabancı ülkelere gittikleri zaman kalabalık bir elçi heyetiyle
birlikte mehterbaşı idaresinde birde mehteran bölüğü bunlara eşlik ederdi İlk
olarak Kara Mehmet Paşa’nın 1665 ‘te 295
kişilik Viyana Elçilik heyetinde mehter takımı yer almıştı. Bundan sonrada bu
adet haline dönüşmüş gittikçe kalabalıklaşan heyetlerde mehter takımı mutlaka
yer almaya başlamışlardı.1700 yılında Almanya’ya giden 571 kişilik heyette ve
daha sonra 1719 yılında 873 kişi ile gidilen Viyana ziyaretlerinde 60 kişilik
büyük bir mehter takımı heyete eşlik eder.. Mehter gösterileri o yıllarda Avrupa’da
büyük ilgi görmekteydi. Hatta ünlü Fransız
bestekar Georges Bizet 2 nolu suitini mehter marşından etkilenerek bestelediği
söylenir.
Savaş
esirlerine verilen isimler
Osmanlı
zamanında savaşta alınan esirler yaş ve
cinsiyetlerine göre şu isimlerle bilinirlerdi.
Erkek esirler
Kadın esirler
Şirhor Şirhor : Yeni doğandan 3 yaşına kadar
Beççe Duhterek : 3-8 yaş arası erkek çocuklar
Gülamçe Duhter : 8 -12 yaş
Gulam Ümmüveled : 12 yaşından büyük olanlar
Sakallu Acüze : Yaşı
geçkin
Pir Acüze : İhtiyar
Daha yaşlı
olanlara kadın erkek ayrımı yapmadan Fertute, ayrıca özrü olanlara Mayube, hastalıklı
olanlara ise Bimare denilirdi. Bu
esirler arsında sakatlığı olanlara ise Yekdest ismi verilirdi.
Kuleli olayı
XIX. yy ilk
yarısında padişaha karşı örgütlenen bir cemiyet ortaya çıkarıldı. Amaçları
padişahı ortadan kaldırarak demokratik bir düzen kurmak isteyen bu kişiler kısa
bir süre sonra yakalanarak şimdiki Kuleli Askeri Lisesinin bulunduğu binada
hapis edilip mahkemeleri burada yapıldı.
Bu nedenden dolayı bu örgütlenmeye Kuleli olayı ismi verilmişti.
Yıldırım Beyazıt içkiyi
nasıl bıraktı ?
Yıldırım
Beyazıt Bursa’da Ulucamiyi yaptırdıktan sonra Emir Sultan’la birlikte camiyi
gezerken ona fikrini sorar . Emir Sultan ‘ Cami çok güzel yapılmış yalnız dört
köşesinde birer meyhane eksik ‘
diye yanıt verir .Ne demek istediğini
çok iyi anlayan Yıldırım Beyazıt o gün
içkiye tövbe ederek bir daha ağzına içki koymaz. Osmanlı döneminde ilk içki
içen padişah olarak bilinen I. Beyazıt veziri Ali Paşa ‘nın etkisinde kalarak
bu alışkanlığı edindiği bilinmektedir.
Maaş
yerine gemi enkazı
Maaşların
düzgün olarak ödenemediği II.Abdülhamit
devrinde zamanın donanma bakanı olan Hasan Paşa bahriyelilere maaş yerine gemi enkazı dağıtmıştı. Şöyle ki ,2500
tonluk meşhur üç ambarlı Mahmudiye gemisi ile Ruslar’ın Sinop baskınından kaçıp
kurtulan Taif ismindeki nakliye gemisi çalışamayacak derecede eskimiş ve harap
olmuşlardı. Hasan Paşa bu iki geminin enkazının donanma personeline maaş olarak
verilmesi talimatını alır. Bunun üzerine süret denilen maaş bordolarında para yazılacak
yere enkaz miktarı yazmaya başlandı.( 500 okka gemi enkazı verilsin gibi.)
Haklarına düşen enkazı alan hemen hurdacılara giderek bunu nakit paraya
çevirerek aylık geçimini sağlamışlardı.
Belediye cezası
XIX.
yüzyılın başında İstanbul’da belediye başkanlığı yapan Hüseyin Bey hayvanları
seven duygusal bir kişiydi. Küfeleri ağzına kadar ekmek dolu olan atını ağaca bağlayıp bekletirken kendisi kahvede
iskambil kağıtlarıyla oyun oynayan bir satıcıyı görünce çok sinirlenir.
Ekmekçiye sırtında içi ekmek dolu olan küfeler olduğu halde atın bekletildiği
zaman kadar ağaca bağlı olma cezası verir ve ceza uygulaması bitene kadar
başında bekler.
Tango
Tango,1918
ile 1921 yılları arasında halk arasında bir renk adıydı.Kayısı sarısına tango denirdi. Bunun tango dansıyla bir
alakası olmadığı gibi neden böyle bir isim takıldığı da bilinmiyor. Şık
hanımlar arasında bu renkte çarşaf ve çoraplar moda olmuştu. Bu sıralarda
özellikle İstanbul’da herkesin ağzında
olan meşhur kantonun sözleri şu
şekildeydi.
Yandan yırtma
çarşaflar
Görünüyor tango
çoraplar..
İstanbul’un yedi tepesi
İstanbul’un surlar
içerisinde kalan bölümünün
Bizanslılar zamanından beri yedi tepe üzerinde kurulduğu bilinir. Dolayısıyla sanıldığı gibi Çamlıca
tepesi bu tepelerden birisi değildir.
Bu yedi
tepe şunlardı:
1. Topkapı
sarayı, Ayasofya ve Sultanahmet camisinin bulunduğu bölüm.
2.
Çemberlitaş ve Nuruosmaniye civarı
3. İstanbul
Üniversitesi merkez binası ve Süleymaniye cami
4. Fatih
camisinin bulunduğu kesim
5. Sultan
Selim camisinin bulunduğu tepe
6. Tekfur
sarayı ve Eğrikapı bölgesi
7. Samatya
ve çevresi
Vükela
Vapurları
Yüksek
devlet görevlilerinin binmesine tahsil edilmiş özel gemilere Vükela Vapurları
denilirdi. Bu gemi sabahları Kanlıca’dan kalkar, devlet yöneticilerinin
yalılarının rıhtımına yanaşıp veya açıkta durarak kayıklarıyla gelen kişileri
alarak Sirkeciye götürürdü. Akşamları gene Sirkeci’den kalkar aldığı paşa ve
onların misafirlerini yalılarına veya yanaşan kayıklarına bırakarak Kanlıca’ya
gelirdi. Geceyi burada geçirip sabah
tekrar aynı görevine başlardı. Vükela vapurlarına genellikle yüksek rütbeliler
önce biner daha düşük rütbeliler binmek
için acele etmezdi. Gemilerde her türlü ikram ücret karşılığında verilmekteydi.
İstanbul’da
yangın
İstanbul’da
yangın çıktığı zaman bu ilk olarak Beyazıt ve Galata Kulesindeki gözcüler
tarafından görülürdü. Yangın olduğu zaman bu kulelerin iki yanına gündüzleri
sepet geceleri fener asılırdı. Bunlar
yangın Beyoğlu tarafındaysa tek,
İstanbul bölgesindeyse çift olurdu.
Yangın işaretini gören topçuların görevi
yedi pare top atmaktı. Bekçilerde demir uçlu sopalarını yere vura vura bu
yangını mahalleliye duyururdu. Güvenlik tetbiri için yangın yerine gelen
polisler ve paşalar saraya sık
sık haber göndererek durumu
bildirirlerdi. Yangın söndürmekle görevli kişiler tulumbacılardı. Bunlar takım denilen ikisi önde ikisi arkada olmak
üzere dört kişiden oluşurdu. Yangın söndürme pompasını tulumbacılar taşırdı. Bunların peşinden gelen değiştirici takımı öndekiler yorulunca onlarla yer değiştirip pompayı taşımaya yardım
ederlerdi. Tulumbacıları kontrol eden kişiye baş reis yardımcısına ise ikinci reis denilirdi.
Eski bayramlar
Cumhuriyetin
ilanından önce dini bayramlar haricinde
padişahın doğum ve cülüs (Tahta geçme
) günü hicri takvime göre milli
bayramdı. Ayrıca hicri yılın ilk günü olan
muharrem ayının birinci günü de
tatildi. Monarşi ile idare
edilen Avrupa devletlerinde de hükümdarın doğum ve cülüs günleri aynı
Osmanlı Devletinde olduğu gibi bayram
olarak kutlanırdı.
İlk balo
Osmanlı Devletinde ilk balo 1829 yılında Sultan
II.Mahmut zamanında İstanbul’da verilmişti.Balo İngiltere Elçiliği tarafından
Haliç’te bulunan büyük bir gemide tertip edilir. Daha önceleri de İstanbul’da
çeşitli balolar düzenlenmiş fakat Türkler bunlara katılmamıştı. İngiliz
elçisi düzenlediği toplantıya bütün
devlet erkanını davet etti.Baloya katılan davetliler özel kayıklarıyla gemiye gelmiş,sabaha kadar devam eden bu
baloda keyifle eğlenmişlerdi. Baloya Osmanlı ailesinin katılması halk ve hocalar arasında ciddi ve tehlikeli dedikodulara neden olur.Kısa
bir müddet sonra Fransız elçiliği de büyük bir balo düzenler. Fakat ilkinin halk
arasındaki dedikoduları devam ettiğinden ikinci baloya saray erkanından sadece
bir iki kişi katılmıştı.
Sümbül
Efendi Dergahı
Osmanlı hanedanlığındaki gelenek gereğince tahta
çıkan her padişah atalarının türbelerini görmek için Bursa’ya giderdi. İkinci Beyazıt’ın
ölümünden sonra tahta geçen Yavuz Sultan Selim bu geleneğe uyup Bursa’ya gider.
Şehzade Cem’inde türbesini ziyaret ederken veziri olan Koca Mustafa Paşanın Şehzade
Cem’in öldürülmesinde rolü olduğunu öğrenir.Onu hemen idam ettirip vezirin İstanbul’da yaptırdığı cami, medrese ve dergahın da
yıkılmasını ister. Yıkımı izlemek için oraya giden padişah Sümbül
Efendi ile karşılaşır. Her zaman saygı duyduğu
Sümbül Efendi ‘ Padişahların söyledikleri emirdir. Mutlaka yerine
getirilir.Sizden ricam dergahı değil de üzerindeki bacaları yıkalım ’deyince padişah bu öneriyi anlayışla karşılayınca
dergahın yıkılması önlenir.
Türk
ne demek ?
Türk’ün
kelime anlamı kuvvetli demektir. Kelimenin eski
söylenişi Türük şeklindeydi. Yaklaşık
VI. yy’dan itibaren ise Türk şeklinde söylenmeye başlanmıştır. İlk zamanlarda Türkçe konuşan
kavimlerden yalnız birinin adı iken sonraları aynı dil olan Türkçe konuşan
bütün kavimlerin ortak ismi olmuştur. Kelime ilk olarak bir Çin yazıtında İÖ
1328 yılında geçer.
İstanbul’da ilk köprü
İstanbul’da
İlk köprü 23 Nisan 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Bu
İstanbul’un fethi sırasında Haliç
üzerinde kurdurduğu bir köprüdür. Beş kişinin yan yana geçebileceği genişlikte
ve binden fazla duba üzerine kurulan bu köprü Bizans’ın sonunun
yaklaştığının işaretiydi. İlk Unkapanı
köprüsü ise Unkapanı ile Azapkapı arasında
kuruldu. Sultan II. Mahmut tarafından yaptırılan
bu köprüye halk arasında Hayratiye adı verilmişti. 1836 yılında tamamlandıktan
sonra açılış töreninde padişah köprünün üzerinden atıyla geçmişti. Bu
köprüye Hayratiye denilmesinin sebebi gelip geçenden para alınmadığındandır.
Darbımeseller
Eski devirlerde Atasözleriyle deyimlerin
karışımından oluşmuş olan vecizelere Darbımeseller denirdi. Ord. Prof. Dr.
Süheyl Ünver bunların en güzellerini derleyip yayınlamıştır. Çoğu unutulan darbımesellerin bazıları.
- Meyvesin den
hoşlandığın ağacın çiçeğini koparma.
- Hiç kimseye yaptığın iş kötü
deme.
- Birine
zevk olan diğerine rahatsızlık olabilir. Birine sefa olan diğerine cefa
olabilir.
- Yükselen
başkalarının da yükselmesini ister. Geri kalan başkalarının yükselmesini istemez.
- Çöküntü
içten gelince dıştan çare umulmaz.
- Çok yiyen
uyumaz.
- Çoban
çobanlığını bilsin çiftçi olmaya kalkışmasın.
-
Beğendiğin kadınla evlen ki kalbinin
dilediği çocuğa sahip olasın.
- Beddua’ya
beddua ile karşılık verirsen yeni
beddualara yol açarsın.
- Kalpten
gelen söz değil dilden gelen söz nefret yaratır.
- Kalbinden
geçeni kim bilebilir?
-Dostlarına
söylediğiniz sırrı, onlar keşke
anlayışla yaysalar.
Tarihte
ilk devletler
Tarihte
bilinen ilk devletler Mezopotamya ve Mısır’da kuruldu. İÖ 4000 yılında oluştuğu
bilinen bu devletler birer site görünümündeydi. Yaklaşık 1000 yıl bu şekilde
yapılanan bu yerleşimler İÖ 3000 yıllarında
devlet hüviyetine bürünmeye başladılar.
Kleopatra
Mısır
Kraliçesi Kleopatra İÖ 69 – 30 yılları arasında yaşadı.Sebebi anlaşılamasa
da kendisini bir kobra yılanına sokturarak yaşamına son verdiği biliniyor. Her ikisi
de Roma İmparatoru olan Sezar ve Antonius’un karısı oldu. Mısır o
devirlerde Roma’ya bağlı bir krallıktı. 9 dil bilen Kleopatra çok zeki bir
kadındı. Babasının ölümünden sonra 18 yaşında tahta çıktı.Halkı tarafından pek
sevilmeyen kraliçe kimi tarafından erkek delisi bir kadın, bazılarına göre ise
kötü ruh taşıyan bir insandı. Romalı ünlü tarihçi Plutarkhos Kleopatra’yı tanımlarken ‘ Sesi, istediği her
türlü titreşimi çıkarıp,
istediği her dili kullanabildiği çok telli bir müzik aleti gibiydi"der.
Ebced Hesabı
Arap
harfleri kullanıldığı dönemlerde edebiyatımızda ebced hesabı denilen bir
uygulama vardı. Latin harflerin kullanılmasından sonra bu sistem tamamen terk
edildi. Ebced harflerin sayı
değerlerinden faydalanılarak tarih bulma sanatıdır. Buna göre harfler 1000’e kadar ayrı ayrı değerler
taşımaktaydı. Çok önemli olaylar bu ebced hesabı ile yazılırdı. Örneğin bir
padişahın tahta çıkması, şehzadelerin
veya sultanların doğumları, evlenme,
sünnet düğünleri, önemli yangınlar, cami, köşk veya medreselerin yapım
tarihleri ile önemli salgın hastalıkların zamanları ecdet
hesabına dikkat edilerek manzumelerin
son satırında ortaya çıkartılabilirdi.
Haç’ı alan köpek
Kesin
olarak bilinemeyen bir yılda, Arnavutköy’ün eski iskelesi yakınlarında Ortodoks
Hristiyan’larının denize haç atma töreni
yapılırken Mocovorich isimli bir kaptan gemisi ile iskeleye yanaşmaktaydı. Etraf
kalabalıktı. Kayıklar içerisinde bu töreni izlemeye gelen Ortodokslar, ortadaki
kayıkta bulunan papazın hareketlerini takip ediyorlardı. Papaz haç’ı suya atar
atmaz bunu almak için etraftaki kayıklardan gençlerin hızla denize daldıklarını
gören kaptanın köpeği de denize atlar. Haç’ı
herkes den önce alarak karaya çıkar. Peşinden öfkeli bir Rum topluluğunu sürükleyen köpek, uzun bir
süre koştuktan sonra halkın gürültüsünden ürkerek haç’ı yere bırakıp ortadan kaybolur.
Arabalı
Vapur
İstanbul’da
ilk arabalı vapur 1868 yılında Kabataş ile Üsküdar arasında çalışmaya başladı. Bu tarihe kadar sadece mavnalarla taşınan
araba ve yük nakliyatı kısa bir süre
sonra tamamen arabalı vapur ile
yapılmaya başlandı. 26 numara ile isimlendirilen bu geminin ilk seferinde
orduya ait top arabalarını taşıdığı bilinmektedir. Araba vapurunun sefere
başlamasına mavnacılar karşı koydular. Sık sık arabalı vapur’un yoluna çıkarak
çalışma düzenini bozmaya, taş atarak ta
kaptanları yıldırmaya çalıştılar.
Sığla Sancağı
Merkezi İzmir olan bölgeye Osmanlı Devrinde Sığla
Sancağı denilirdi. Tanzimat’tan sonra oluşturulan Aydın Vilayeti ise Ege
bölgesini içine alıp, Akdeniz’e kadar uzanan bir idari bölgeydi. Bunun merkezi
İzmir’di. Dolayısıyla bu dönemlerde
Aydın şehir ismi olmayıp, bu bölgenin ismiydi. Bu günkü Aydın şehrine Güzelhisar
denilirdi.
İlk
Olimpiyatlar
İlk
olimpiyat oyunları İÖ 776 yılında Antik Yunan’da tanrı Zeus adına
yapılan şenlikler olarak başlamıştı. Yunanistan’ın Olimpia bölgesinde , Isparta
Kralı Likorgos'un da önerisiyle yapılan şenlikler, tarihteki ilk olimpiyat
oyunlarını olarak kabul edilir. Önceleri 32 metre genişliğinde, 192 metre uzunluğunda bir
pistte sadece 1 gün süren koşulardan oluşan oyunlara sonraları değişik
mesafelerde yarışlar, disk ve cirit atma, uzun atlama, boks, güreş, atlı araba
yarışları gibi branşlar eklenerek şenliklerin süresi de beş güne çıkarıldı. İlk
başlarda ölülerin ruhlarının sekiz yılda bir dirileceği inancıyla sekiz yılda bir düzenlenen oyunlar, daha sonra dört
yılda bir yapılmaya başlandı. Sadece Yunanlı erkeklerin katılabildikleri
yarışlar, çıplak olarak yapılır ve kadınlar tarafından seyredilemezdi. Oyunlara katılan
yarışmacılar, 10 ay önceden çalışmalara başlar, şenliklerden 1 ay önce de
yarışların yapılacağı yere gelerek rakipleriyle birlikte sıkı bir çalışma içine
girerlerdi. Oyunlarda yarışmacılara ödül olarak zeytin dalından yapılmış
çelenkler takılırdı. M.Ö 146'da Yunanistan'ın Romalılar tarafından işgal
edilmesi üzerine oyunlar Atina'ya alındı. İ.S 392 yılında Bizans
İmparatoru II. Theodosius, Olimpiyat
Oyunları'nın yapıldığı stadyum ve tapınakları yıkarak olimpiyat geleneğine son
verdi. 1168 yıl aralıklarla devam eden bu oyunlar. Bu yıldan sonra uzun
bir süre yapılmadı. 522 ve 551 yıllarında yaşanan deprem ve sel felaketi de bu tesislerde büyük
hasar meydana getirerek Eski Olimpiyat Oyunları'nın izlerini büyük ölçüde
ortadan kaldırdı. Modern Olimpiyatların kurucusu Baron Pierre de Coubertın'dir.
İlk Modern Olimpiyatlar ise 1896 yılında Atina'da düzenlendi ve ardından her 4
yılda bir yapılmaya başladı.
Eski
devirlerde ticaret yolları
Tuz yolu : Dünyada bilinen ilk yollar tuz kaynakları ile yerleşim
merkezleri arasında yapılmıştır. Ünlü tarihçi Heredot böyle bir tuz yoluna Libya çölünde bile rastlandığından bahseder.
Kehribar yolu : İÖ.2000 yıllarında Baltık Denizi kıyısında bulunan bol
miktarda kehribar ticari amaçla başka ülkelere sevk edilmekteydi. Tuna nehrine ve
Ege denizine kadar uzanan dağılım sahasında Kehribar yolu denilen yol örgüsünü oluşturulmuştu.
Kral yolu : Sart’tan başlayıp Ankara üzerinden devam eden ve Sus şehrinde
biten yoldur. Üzerinde konaklama yerleri ile ticaretin emniyetini sağlayan
karakollar bulunmaktaydı.
İpek yolu : Şöhreti günümüze kadar gelen bu ticari
yol, Çin’den Avrupa’ya kadar uzanır.Çin’den
alınan ipek , baharat ve porselen’in batıya ulaştırılması amacıyla kullanılmıştır.
Roma yolu : Planlı bir şekilde yol yapımına
önem veren ilk devlet Roma İmparatorluğudur. Doğuda İran’a ,batıda İskoçya’ya,
kuzeyde Gal bölgesine güneyde ise Nil kıyılarına kadar uzanan yollar inşa
etmişlerdi.. Romalılarda da yollar önce
Tuz bölgelerine yapılmıştı. Bunların yapımında esirlerle birlikte askerlerinde
çalıştırıldığı bilinmektedir..İtalya bölgesinde yapılan yollar dört katlı, çift
istikametli ve iki metreye yakın genişlikteydi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder