19 Şubat 2018 Pazartesi

TRAKYA GEZİM

Çanakkale Şehitliklerinden başlayarak tüm Trakya Bölgesini gezmek, yıllardır hayalimde olan bir rotaydı. 19 Mayıs tatilini de içine alan bir program  görünce hiç düşünmeden kaydımı yaptırdım.

Cumartesi günü erken saatlerde gezginlerimizle buluştuk. Otobüsümüz kalabalık sayılır ama  boş yerler, yerinden memnun olmayanlar için bir alternatif. Kahvaltı ve çay molamız Aliağa’nın şirin  köyü Çaltırıdere’de.
Bundan sonra Burhaniye, Edremit istikametinden Kaz Dağları’nın enfes doğa görüntüleri eşliğinde yolumuza devam ediyoruz.
Çanakkale’de yemek molasından sonra Ecebat’a geçmek için arabalı vapur sırasında beklemek çok can sıkıcı. Yoğunluktan yaklaşık bir saat kadar  zaman kaybettikten sonra Kilitbayır’da trafik sıkışıklığından   yaklaşık iki saat daha kaybımız oluyor. 19 Mayıs tatilini fırsat bilen pek çok okul öğrencilerinin yanı sıra pek çok tur şirketinin  buraya gezi düzenlemesi bu yoğunluğu oluşturan nedenlerin başında geliyor.

İlk durağımız Namazgah Tabyası. Günümüzde önemini kaybetmiş olan tabyalar, Çanakkale Savaşı sırasında boğazları  savunmak amacıyla yapılmış.  Dıştan bakıldığı zaman belli olmayan, içlerinde  bulunan askeri donanım  ve de  özellikle top atışı ile düşmanı durdurmaya çalışan askeri yapılar olarak tanımlayabiliriz. Namazgah Tabyası Müzesi’ni biraz geç kaldığımız, biraz da görevlinin olumsuz yaklaşımları nedeniyle göremeden yolumuza devam ediyoruz. Etrafta bulunan diğer  tabya’ları  uzaktan da olsa görmek mümkün. Bölgedeki yerleşimin  antik dönemden beri var olduğu biliniyor. Bu nedenle her an karşınıza çıkabilen zengin  tarihi buluntular ile  boğazları savunmak amacıyla çeşitli zamanlarda yapılmış  kale veya sur kalıntıları tarihsel bir ziyafeti de gözler önüne seriyor.
Savaş sırasında 200 kiloluk top mermisini top arabasına yüklemesiyle tarihe geçmiş olan  Seyit Onbaşı’nın  anısına yaptırılmış olan heykelini gördükten sonra Şehitler Abidesi’ne doğru yolumuza devam ediyoruz.

Şehitler Abidesi tüm boğazdan görülebilecek bir tepenin üzerinde  muhteşem bir görsellik sunuyor. Bu bölgede şehit olmuş binlerce Mehmetçik’in  sembolik mezarları da  abidenin yan tarafında. Conk Bayırı’na giden yol üzerinde yaralı bir Anzak Askeri’ne yardım eden Mehmetçik Heykeli  ile bu bölgede şehit olan askerleri için Yeni Zelanda Hükümeti tarafından yaptırılmış bir anıt bulunuyor.
Conk Bayırı, mermisi kalmayan Mehmetçik’in süngü savaşlarıyla efsaneleştiği bölge. Anafartalar Savaşları’nın yapıldığı alan ile Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal’in savaşı yönettiği mevziler ve bir şarapnel parçasının kalbine isabet edecekken cep saatine çarpmasıyla  ölümden kurtulduğu yer ziyaret edilebiliyor.
Hava kararmak üzere , yolumuz uzun. Akşam yemeği Keşan İlçesi Yenimuhacir Köyünde. Varmamız  22.30’u buluyor. Menü satır kebap ile kasap köfte. Çaylar da içildikten sonra yola devam. Saat 24 civarı  Edirne’deyiz.

2. GÜN : Sabah Osmanlı İmparatorluğuna baş kentlik yapmış Edirne’yi gezmeye başlıyoruz. Sabah kahvelerimizi, Meriç Nehri ötesindeki tek toprağımız olan doğal güzelliği ile dillere destan  Karaağaç’ta içmek istiyoruz. Tunca nehrinden geçtikten sonra tüm azametiyle Ege Denizine doğru akmakta olan Meriç Nehri ile karşılaşıyoruz. Nehrin etrafında pek çok çay bahçesi ve ufak kafeteryalar Meriç Nehri’ni izlemek isteyenlerin tercih ettikleri mekanlar. Meriç Nehri’nin hemen bitiminde Karaağaç başlıyor. Muhteşem büyüklükteki ağaçları ve her tarafına ayrı güzellik veren yeşil bitki örtüsü ve kendine özgü sessizliğiyle çok dinlendirici bir yer. Karaağaç, Lozan Anlaşması öncesinde Yunanistan topraklarına dahil iken savaş tazminatı  olarak bu anlaşmayla  ana vatanına iade edilmiş. Bunu hatırlatan büyük bir anıtta günümüzde Trakya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi olan  eski bir tren istasyonumuzun bahçesinde yer alıyor. Kahve molası sonrası Avrupa’nın ve Türkiye’nin en büyük  sinagogunu ziyaret ediyoruz. Aslına sadık kalınarak Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edildikten sonra 2015 yılı  mart ayında ziyarete açılmış. Bu muhteşem eseri beğenmemek mümkün değil.
Tekrar otobüsümüzdeyiz. Sırada Osmanlı dönemi eserlerini ziyaret var.  İlk olarak Darül Hadis Camii ardından Kırkpınar güreşlerinin yapıldığı Sarayiçi. Bölge  ismini Edirne’nin Osmanlı başkenti olduğu günlerde padişahın yaşadığı sarayın burada bulunmasından alıyor. Eski saraya ait kalıntılar geniş bir alana yayılmış. Sarayın mutfak ve hamam kısmıyla padişahın divan üyeleriyle toplantı yaptığı bina aslına uygun olarak restore edilmesine rağmen ziyarete açık değil. Kırkpınar güreş sahasının etrafındaki alanda bir çok başpehlivanın heykelleri onların unutulmamasını sağlıyor. Balkan şehitlerini düşünülerek yaptırılmış olan anıt mezarda bu bölgede. Çok gidilecek yer olduğundan ziyaretimizi kısa kesip, II.Bayezid Külliyesi ve sağlık müzesine gitmek için otobüsümüze biniyoruz. II.Bayezid zamanında yaptırılmış büyük camiyi dıştan izledikten sonra caminin hemen yan tarafında yer alan sağlık müzesini geziyoruz. Trakya Üniversitesi tarafından düzenlenen bu müzede  Osmanlı zamanındaki tıp eğitimi anlatılıyor. O dönemdeki hasta muayenesi, psikiyatrik tedavi, müzikle tedavi, cerrahi müdahaleler  balmumu heykeller ile canlandırılmış. Doğrusu çok beğendim, ama yoğun kalabalıktan dolayı tam istediğim gibi gezemediğimizi söyleyebilirim. Öğlen yemeğimiz, Edirne’nin ünlü ciğercilerinden birinde. Edirne’ye kadar gelmişken meşhur ciğerinin tadına bakmadan olmazdı. Yemekten sonra ilk durağımız Üç Şerefeli Camii ve hemen ardından Ulu Camii. Tabi bu camileri gezerken Edirne’nin kendine özgü tahtadan yapılmış evleriyle  pek çok Osmanlı eserine rastladığımızı tahmin edersiniz. Köprüler, çeşmeler, bedestenler ve diğer camiler.. Şehri tanımak için sokak aralarında dolaşmaya devam ederken bir anda karşımıza muhteşem bir yapı… Selimiye Camii çıkıyor. Mimar Sinan’ın en güzel eseri olan bu caminin görüntüsünden etkilenmemek mümkün değil.  İlk olarak caminin hemen yan tarafında yer alan Osmanlı Dönemi mezar taşları koleksiyonunu gezip, arkeoloji müzesini ziyaret ediyoruz. Edirne çevresindeki höyüklerden çıkartılmış fosil, taş eser ve antik dönem seramiklerinin yer aldığı müzeyi geziyoruz. Müzenin bir kısmı da çevre köy ve kasabalardan toplanan  etnografik eserlere ayrılmış. Bahçedeki dolmeni ilginç buldum. Arkeoloji müzesi sonrasında birisi Vakıflar Genel Müdürlüğü diğeri Kültür Bakanlığı tarafından hazırlanmış olan isimleri aynı  içerikleri de bir birine benzeyen   iki müzeyi ‘Türk ve İslam Eserleri Müzeleri’ nede kısa birer ziyaret yapıyoruz. Çevresini gezdikten sonra ziyaretimiz, beklide gezimizin odak noktası olan Selimiye Camii. Osmanlı Döneminin en önemli mimari eseri olarak kabul edilen bu camii 1568 yılında,  Osmanlı Padişahı II. Selim zamanında  80 yaşında olan Mimar Sinan tarafından yapımına başlanmış ve 1875 yılında bitirilerek  ibadete açılmış. Konumu itibariyle hafif bir tepenin üzerinde yer alan camii Edirne’nin her tarafından görülüyor.  Caminin çatısı 43.25 metre yüksekliğinde ve 31.25 metre çapında tek bir kubbe halinde. Bu teknik o zamana kadar görülmemiş bir muhteşemlik ve ferahlık sunuyor. Caminin İznik çinileriyle döşeli iç yüzeyinin oluşturulmasında zamanın en tanınmış ustaları emek vermiştir. Ne yazık ki bu güzel çinilerin bir kısmı 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı sırasında bir Rus general tarafından sökülerek Moskova’ya götürülmüş.( Selimiye Camii 28 Haziran 2011 günü Dünya Mirası Listesine dahil edildi.) Selimiye Camisi ziyaretimizden sonra Edirne’nin meşhur kallavisinin satıldığı dükkanlara uğruyoruz. Fıstık ve baldan yapılan kallaviyi çok tatlı bulduğum için tercih etmedim. Akşam olmak üzere yemek Meriç nehri kıyısında … Bu gün ne çabuk geçti.

3. GÜN : Sabah kahvaltıdan sonra tekrar yollardayız. İlk durağımız Kırklareli. Şehir merkezinde ağaçlıklı bir çay bahçesinin önünde mola veriyoruz. Çay bahçesinin hemen ön tarafında muhteşem bir çınar ağacı var. Bu anıt ağaç Trakya Üniversitesi tarafından korumaya alınmış. Kısmen bu ağacın kısmen de başka ağaçların gölgelendirdiği bu çay bahçesinde çay ve kahve içenlere katılmıyor, tam karşısında bulunan tarihi bedesten çarşını gezmeyi tercih ediyorum. Küçük olmasına rağmen sevimli bir bedesten. Yan tarafındaki hamamda yıllara meydan okurcasına işlevine devam ediyor. Mola sonrası uzun bir yolculuk sonrasında Dupnisa Mağarasına varıyoruz. Mağara ormanlık ve bol yeşilli bir tabiat güzelliğinin ortasında yer alıyor. Güneşin yere ulaşmadığı bu zengin ağaç ve bitki atmosferini her taraftan akan sular ve minik derecikler adeta bir tablo meydana getirmiş. Mağaranın tamamı ziyarete açık değil. Ziyaret edilen kısmını geziyoruz. Sarkık ve dikitler mağaranın içerinde büyüleyici bir görsellik sunuyor. Dupnisa Mağarası ziyaretimizden sonra hedefimiz yaklaşık 1.5 saatlik bir yolculuk sonrası İğneada. İlk olarak uzun ve muhteşem bir plaj ile karşılaşıyoruz. Gözün görebildiği kadar uzaklara uzanan ve ince kumuyla meşhur olan bu plajın yurdumuzun en büyük plajlarından birisi olduğunu düşünüyorum. Plajın yanı sıra yemyeşil görüntüsü ve doğal alanlarıyla longoz ormanları hemen bu plaj kısmının arkasında yer alıyor. Bu bölgeden çıkartılan kamışların yurt dışında büyük rağbet gördüğünden bahsediliyor. İnanılmaz güzellikteki plajı, muhteşem doğa görüntüsünü bozan yapılaşmanın çirkinliği. Burası yurdumuzun en güzel yeri olmaya aday. Ama tüm bu yapılaşmanın yeniden gözden geçirilmesi şartıyla….
Tekirdağ’a geldiğimizde akşam olmak üzereydi. Otelimiz sahile yakın. Kısa bir dinlence sonrası sonra akşam yemeğine gidiyoruz. Dönüşte sahil kalabalık. Biraz sahilde dolaşıyorum. Bu kadar çok çay bahçesi olan başka bir yer görmemiştim. Ama hepsi kalabalık, gecenin ileri saatlerine kadar sahil canlı ve hareketli. Epey sahilde dolaştıktan sonra otele geri dönüyorum….

4. GÜN : Bu gün gezimizin son günü erkenden kalkıp, Tekirdağ sahilinde biraz yürüyüş yapıyorum. Biraz fotoğraf biraz gezinti sabahımı dolduruyor. Kahvaltı sonrası yayan olarak şehri geziyoruz. Karşımıza her an eski ve tarihi bir yapı çıkabiliyor. Süleymanpaşa Belediye binası, Namık Kemal Anıtı, Valilik binası, Tarihi bedesten ve camileriyle  eski evlerini görüp Tekirdağ sokaklarında geziyoruz. Arkeoloji ve Etnografya Müzesi  de ziyaret ettiğimiz diğer bir mekan. Antik dönemden beri Tekirdağ ve çevresinde  pek çok yerleşim kurulmuş olmasına rağmen bunlardan önemli  bir kalıntı günümüze ulaşmamış. Arkeolojik araştırmalara yön veren sadece höyüklerden elde edilen buluntular.  Müzede sergilenen eserlerde  Tekirdağ ve çevresindeki höyüklerden elde edilen ufak eserler ile seramik eserlerden oluşuyor. Daha sonraki durağımız Macar Evi. Macar hükümeti tarafından milli kahramanları Rakoczi anısına yaptırılmış güzel bir ev. Macar evi ziyaretimiz sonrası Tekirdağ’dan ayrılıyoruz. İstikametimiz Gelibolu yönüne.

Gelibolu’da ünlü Mevlevihanesi kapalı olduğundan ziyaret edemiyoruz.  Sadece fotoğrafını çekmekle yetiniyoruz. Gelibolu’dan arabalı vapur ile Lapseki yoluyla Çanakkale’ye geliyoruz. Öğlen yemeği molası sonrası ünlü Çanakkale Saat kulesini fotoğraflama olanağı buluyoruz. Peynir tatlısı yemek isteyenler için kısa bir molanın ardından Nusret Mayın Gemisini ve deniz müzesini ziyaret etme olanağı buluyoruz.  Nusret Mayın Gemisi içerisinde Çanakkale Savaşlarının canlandırıldığı bir animasyonu zevkle izliyoruz. Müze bahçesinde biraz dolaştıktan sonra gezi programımızı tamamlıyoruz.  Kısa molalar sonrası 23 civarı İzmir’deyiz. Güzel bir geziydi..













Ödemiş Yılanlı Köy’ündeki…Yiılanlı kale

                               Ödemiş Yılanlı Köy’ündeki…Yılanlı kale


Yılanlı Kale’yi görmek için ilk olarak Yılanlı Köyüne ulaşmak gerekir. Ödemiş bağlı yaklaşık 200 kişinin yaşadığı bir köy olan Yılanlı Köy, ilçe merkezine 28 km. uzaklıkta olup, Bozdağ’ın orta yamaçlarında ki dağ köylerinden birisidir. Yurdumuzun en iyi kestanelerinin yetiştiği bir bölgede bulunması nedeniyle köy yaşayanlarını kestane yetiştiriciliğine yönlendirmiş. Bölgede gezerken her an asırlık bir kestane ağacı muhteşem görüntüsüyle yıllara meydan okurcasına karşınızda durur. Görüntülerini fotoğraflamayı unutmayın derim.

Bölgenin verimli toprakları kestane yanında kiraz, vişne, ceviz ve elma yetiştirilmesine de olanak verir.
Köy yakınlarında bulunan Yılanlı Kalenin sağlayacağı hareketliliği düşünen köy halkı kaleyi ziyarete gelenleri sıcak bir ilgi ile karşılıyor. Yılanlı Köyü ve Yılanlı Kale isminin bu civarda çok yılan bulunmasından değil, etrafta fazla yerleşim olmamasından konulduğunu belirtiyorlar.
Gelenlerin sayısını arttırmak ve hareketliliği sürekli kılmak amacıyla köy halkı köyden kaleye uzanan yolu kısmen düzeltip, nispeten kolay yürünür bir hale getirmiş. Dik bir tepede bulunması nedeniyle yürüyüşü nispeten zor olsa da çıktıktan sonraki etraftaki manzara çekilen yorgunluğu unuttururcasına güzel.Yayan olarak çıkamayanlar köyden temin edecekleri bir traktör yardımıyla kaleye ulaşabilirler.
Yılanlı kale Roma döneminde yapılandırılmış. İçerisinde küçük bir askeri birliği barındıran bir yol gözetleme kulesi olduğu düşünülüyor. Bozdağ’ın konum olarak yüksek bir bölgede bulunması bu işlevini için ideal bir konum yaratıyordu. Ephesos ( Efes)’ten Phidelphia ( Alaşehir)’e kadar uzanan ticari yolu denetim altında bulundurmanın yanı sıra ve aynı zamanda askeri bir gözetim noktası olması açısından Yılanlı Kale’nin stratejik önemi fazlaydı.
Ödemiş hakkındaki araştırmalarıyla tanınan ve Ödemiş Antik Kenti olan Hypaipa adlı araştırmasını tamamlayarak bunu bir kitap olarak yayınlayan Arkeolog Şükrü Tül bu görüşe katılmaz. Yerleşim yerlerinden çok uzakta bulunan bir askeri birliğin fonksiyonel olarak bir işlevi olamayacağı görüşündedir. Arkeolog Şükrü Tül’e göre burası askeri amaçtan ziyade sivil amaçlar için kullanılmıştı. Stratejik olarak önemli bir noktada bulunması nedeniyle dış dünyadan gelen yabancı akımlar sırasında sivil halkın büyük olasılıkla da daha yüksekte bulunan fakat bu gün için bir izine rastlanmayan bir manastırda yaşayanların ve onların hayvanlarının saklanma ve korunma noktası olduğu görüşünü savunur. Özellikle koyunların böyle bir yerde saklanması gerektiğini ve Ödemiş civarında bulunan Balabanlı, Fata ve Peşrefli Kaleleri gibi dağ başı güvenlik alanlarından birisi olduğundan söz eder.
Kaleye ulaşınca burçlarının bir kısmının nispeten sağlam olduğu 
diğerlerinin ise tamamen yıkılmış olduğu görülüyor. Kalenin iç ve dış duvarları kısmen belli. Kalenin pek çok yerinde definecilerin açtığı çukurları görmek mümkün. Bunlar oldukça çirkin bir görüntüye neden oluyorlar. Bir kale kalıntısında arkeolojik olarak ne bulunabilir? Tabi ki Hiçbir şey.. Ama kazılmış, aranmış ve öylece bırakılmış. Çirkin bir görüntü.
Dönüş yolu nispeten daha rahat. 
Dönerken köyden kestane almayı unutmayın derim.





Mazimdeki İzmir – 9 .1960’lı – 1970’li yıllar

Karartma geceleri
Yunanistan’la Kıbrıs konusunda bir gerilim olduğu zaman veya Avrupa'da siyasi gerilimin yüksek olduğu zamanlarda, bazen de hiçbir sorun yokken sadece deneme amacıyla karartma geceleri yapılırdı. Evlerden ve arabalardan dışarıya ısık sızmaması uygulamanın ana prensibiydi. Bunun için evlerin perdeleri sıkı sıkı kapatılır, yakılması çok gerekli olan lambaların ampullerinin mavi renkte olmasına dikkat edilirdi. Yol kenarına yakın odaların ışıkları açılmazdı. Sokağa çıkma yasağı yoktu ama şehir ışıkları kapalı olduğu veya mavi renge boyanmış az miktarda lamba ile aydınlatılmaya çalışıldığı için sokaklar ıssız ve boş olurdu. Mutlaka sokağa çıkması gerekenler, arabalarının farlarını veya el fenerlerinin camlarını çivit denilen mavi renki kuru bir boya ile boyamak zorundaydılar. Kararmanın başladığı saatten sonra mahalle bekçileri sokakları gezer dısarı ışık sızıp sızmadığa bakarlardı. Eğer dışarı ışık sızıyorsa ilk önce uyarı yapılır, buna rağmen düzeltilmesse para cezası verilirdi. Karartma gecelerinde amaç bir savaş sırasında düşman uçaklarının şehri görmesini engellemekti. Her taraf karartıldığı için uçak hesapta şehrin üzerinde uçtuğunu farkedemiyecek, dolayısıyla şehre bomba atmayacaktı. Bu günlerde adeta fıkra gibi olan bu uygulamaya o zamanlar çok önem verilirdi.

Pina, Filiz, İnciraltı
Yaz zamanlarında Narlıdere ve İnciralatı deniz keyfi yapmak isteyenlerin tercih ettikleri yerlerin başında gelirdi. Ev hanımları da daha çok hafta arasında yanlarına çocuklarını alarak denize girmek, güneşlenmek ve hoş vakit geçirmek için buralardaki kafeteryalara giderlerdi. Narlıdere civarındaki en popüler iki yer Filiz ve Pina isimli iki mekandı. Yan taraflarında plaj kumu getirilerek oluşturulmuş plajları meşhurdu. Plajın hemen arka tarafında denize hazırlık, mayo giymek, üstünü değiştirmek amaçlı tahta kabinler vardı. Kabin kirasına plaj ücreti de dahildi. Akşama kadar istediğiniz kadar bu kabini kullanıp denize girebildiniz. Yemek veya bir şey içmek isteyenler yan taraftaki restoranlardan faydalanırlardı. Narlıdere , Güzelbahçe veya Urla yönüne giden otobüsler özellikle yaz zamanları Pina ve Filiz’den geçer diye bir levha bulunurdu. Zamanla deniz kirliliği oluşunca buraları kapandı. Aynı nedenle denize girmenin yaskalandığı başka bir yer olan İnciraltın'da o zamanlar halk plajlarının bulunduğu sevilen mekanlar arasında yer alıyordu. Eskiden İnciraltına vapur işletildiğide söylenir ama ben onu hatırlamıyorum. Bu arada Seferihisar yakınlarındaki Akkum Plajını da unutmamak gerekir.

Çeşme
Çeşme’ye ilk olarak 1960’lı yıllarda gittiğimizi hatırlıyorum . Birçok kişi gibi arabamızı Ilıca plajının kenarında park eder, oradan denize girip akşam üstü İzmir’e geri dönerdik. O zamanlarda plajının etrafını çeviren ne bir duvar vardı, nede yanından geçen doğru dürüst bir yol. Kooperatif evlerinin bahçelerinde veya bu evlerin sonlandığı sokakların bitimlerinde kum yığınları olduğunu, bir iki bakkal ve manav haricinde alış veriş yapacak hiçbir yer olmadığını hatırlıyorum. Alaçatı çok ufak bir yerleşkeydi. Ilıca ile Alaçatı ve Ilıca Çeşme arasında hiçbir yapılaşma yoktu, Çeşme, Alaçatı ve çevre yerleşimlerde hep tütün dikilirdi. Tütün o zamanlar bu bölgenin tek geçim kaynağıydı.

Kemalettin Tuğcu ve Jules Verne

1960’lı, 1970’li yıllarda Kemalettin Tuğcu’nun yazdığı ve genellikle sıkıntılı bir ortamda veya yalnız büyümüş bir çocuğun ilk başlarda çektiği sıkıntıların yaşam içerisinde dik duruşu ve çalışkanlığı ile yükselip toplum içerisinde kendisine bir yer edinmesini anlattığı hikaye kitapları çok okunurdu. Zaman zaman hüzün veren bu romanlar o yıllarda tüm gençler arasında çok popülerdi. Sokak Çocuğu isimli romanında yalnız yaşayan ve kalacak yeri olmadığı için İstanbul'da surlar içerisinde boş bulduğu bir odada yaşayan bir çocuğun hikayesini anlatır. Bu romanının etkisinde o kadar çok kalmışım ki yıllar sonra Istanbul’daki kale surlarını gördüğüm zaman hikayenin geçtiği yerlerin buraları olduğuınu hatırladım.
O yıllarda okuduğumuz başka bir yazar ise Jules Verne’nin unutulmaz romanlarıdır. Hafızamızı genişletip bizi dünyamızdan başka dünyalara görüren, düşündürücü ve heyecanlı hikayelerdi. Esrarlı Ada ve İki Sene Mektep Tatili en çok sevdiğim romanlarıydı.



                                                        Mazimdeki İzmir yazı dizimin sonu. .


Mazimdeki İzmir – 8..1960’lı – 1970’li yıllar

1960’lı yıllardan önce taş plaklar varmış. Ben onları hiç görmedim. Benim hatırladığım 45 devirli denilen normal plaklardı. Konak civarında daha yoğun olmak üzere plak satan dükkanlar vardı. Yüksek sesle müzik yayını yaparak yeni çıkan plaklarını tanıtmaya çalışırlardı. 1960 lı yıllarda Fecri Ebcioğlu ve Sezen Cumhur Önal yabancı şarkılara Türkçe söz yazarak adına arajman denilen yeni bir akımı başlattılar. İlham Gençer ‘Bak bir varmış bir yokmuş’, Ajda Pekkan ‘İki yabancı’, ‘İlk aşkım’ gibi şarkıılarla başlattıkları bu akıma daha sonraları Ayten Alpman, Ayla Dikmen ve Ayla Algan, Selçuk Ural ve diğer pek çok sanatçı katıldı. Bir müddet sonra adına daha sonra Long play diyeceğimiz 33 devirli plaklar piyasada yerini aldı. Bunlar yaklaşık on, iki adet şarkı içeriyorlardı. Bu arada başka bir akım daha başladı oda, yabancı şarkıcıların kendi şarkılarını Türkçe sözlerle söyletmek. Bu akımdan hatırladığım Adamo ve meşhur şarkısı ‘Her yerde kar var’, Dario Moreno ‘Canım izmir’, Juanito ‘Arkadaşımın aşkısın ‘. 1970 yılların başında kasetler çıkınca plakların egemenliği sona erdi. Her yerde kaset modası başladı. Kaset çalarlar neredeyse tüm evlere, tüm araçlara girdi. Bu kaset modasıyla birlikte üç yeni kavramla karşılaştık birincisi arabesk müzik, ikincisi şarkı isimlerini verip kaset doldurtma, üçüncüsü ise piyasayı allak bullak eden korsan kasetler. Arbesk müzik bilhassa dolmuşlarda ve şehirler arası otobüslerde tercih ediliyordu. Kaset doldurma başlıca bir endüstri halini almıştı. İstediğiniz şarkılardan oluşan bir kasetiniz oluyordu. Bunu plaklardan, kasetlerden kaydedebiliyorlardı. İsterseniz içerisine ilave yaptırabiliyordunuz. Örnek olarak ‘Bu kaseti arkadaşım…’nın doğum günü hatırası olarak hazırlattım ‘gibi… Korsan kasetçilikte bir çığ gibi büyümüştü. Her yerde seyyar arabasında kaset satan satıcılara rastlamak mümkündü. Arabasının içerisinde yüzlerce kaset bulunduruyor, bir kaset çalardanda herhangi bir fakat genellikle arabesk bir müzik çalarak kasetlerini satmaya çalışıyorlardı. Zaman içerisinde kaset doldurmanın ve korsan kaset satmanın sektöre çok zarar verdiği ve telif hakları yasasını çiğnendiği fark edilince tamamen yasaklandı.
Gazeteler
Gazetelerin çoğu sabah çıkmasına rağmen bir kısmıda akşamüstü satışa çıkardı. Bu ikinci grup gazetelere akşam gazeteleri denirdi. Gazeteler genellikle İstanbul’da basılır, oradan kamyonlara yüklenerek diğer şehirlere gönderilirdi. Erken baskıya giren bu gazelerde akşam haberleri, akşam oynanan maçlarla ilgili bilgiler bulunmazdı. Bu geçikmelerin yarattığı sıkıntıları göz önüne alan gazete idarecileri İzmir, Ankara gibi şehirlerdede matbaalar kurarak daha hızlı bir iletişim ortamı sağladılar. Sabah basılan gazeteler erken saatlerde satışa sunuldu. Gazete basıldıktan sonra çok önemli bir haber olursa gazetelerin ikinci bazen de üçüncü baskıları da çıkardı.
Tenvifat ve Tanzifat vergileri
Bu isimde iki vergi ödendiğini hatırlayınca, bunların ne anlama geldiklerini merak edip araştırdım. Tenvifat vergisi, belediyenin yaptığı şehir ayınlatması için aldığı vergi. Tanzifat vergiside belediyenin yaptığı temizlik işleri için ödenen vergiydi. Haliyle her ikiside belediyeye ödenirdi. Tanzifat vergisinide günümüzde ödenen çevre temizlik vergisinin o dönemlerdeki ismi olarakta algılayabiliriz. Bu vergi uzun yıllar sonra kaldırıldıldı. Vergi deyince tüm televizyon ve radyo, kaset çalar, müzik setlerine yapıştırılan vergi pullarını unutmamak gerek.
Gece bekçileri
Mahallelerde geceleri gezen bekçiler bulunurdu.i. Bekçi mahalle arasında gezerken sık sık düdük çalardı. Düdük sesini duymak gayet iyiydi. Bu sesin hırsızları kaçıttığı düşünülerek güven içerisinde uyunurdu. Bayram sabahları mahalle bekçisi tek tek evleri gezerek herkesle bayramlaşırdı. Evleri gezen bekçiye şeker, mendil veya buna benzer küçük hediyeler vermek adettendi.


                                                         Mazimdeki İzmir yazı dizisi devam edecek



Mazimdeki İzmir – 7..1960’lı-1970’li yıllar

İzmir Körfezi o zamanlarda bir çok deniz canlısına ev sahipliği yapardı. Körfezde denize açılan balıkçılar, kıyıya bol miktarda balık ile dönerlerdi. Onlarca kayığın deniz üzerindeki renkli görüntüleri ise bir tablo kadar güzeldi. Balıkçılar gece denize ağ atar, sabaha karşıda balıkları o yöne doğru sürüklemek için kayıklarına uzun sopalarla vururlardı. Gecenin sessizliğinde bu seslerden ( Her halde alışkanlık olduğundan ) hiç kimse rahatsız olmazdı. Kıyıdan kayık kiralayıp balığa çıkmak veya sahilden misinalarla balık avlamanın pek çok taliplisi vardı. Ben balık avlamak konusunda o kadar hevesli değildim. Yakaladığım tek deniz canlısı bir denizatıydı. Çok renkli inanılmaz hoş görüntülü bir hayvandı. O kadar güzeldi iki dayanamayıp yine suya bıraktım. Eskiden sahildeki evlerin önünde denize girmek veya kayık bağlamak amacıyla kullanılan iskeleler vardı. Bu iskeleler yıkıldıktan sonra bunların demir ayakları uzun yıllar boyunca yerlerinde kaldılar. Zaman içerisinde de bu demir ayakların etraflarında midye yuvaları oluştu. Gün doğumuna yakın midyeciler bellerine kadar girdikleri sudan bu midyeleri toplarlardı. Sahil kısmında oturanlar bunu gözlemledikleri ve toplanan midyelerin ağır metal artık artıkları içerme olasılıkları yüksek olduğundan sahilden toplanan midyeleri tüketmezlerdi. Denizin nispeten kirlenmediği zamanlarda evlerin önünden denize girme olanağı vardı. Yalnız deniz aniden derinleştiğinden çok dikkatli olunması gerekti. Buna rağmen hiç bir aksilik olmadı. Yaz akşamları özel davetlere kiralanan körfez vapurları sahile yakın bir bölgeden İnciraltı’na kadar gider aynı güzergahtan geri dönerlerdi. Yaz akşamları içinden müzik sesi gelen gemileri seyretmek ayrı bir keyifti. Her şey güzeldi de o zamanlar yapılan büyük hatalar körfezi ve bu güzellikleri yok etti. Bunu yaratan tek olumsuzluk kanalizazyonların körfeze yönlendirilmesidir. Yaklaşık iki metre genişliğindeki borularla körfeze sürekli olarak pis su şebekesi yöneltildi. Yıllarca on yıllarca akıtılan bu atık sular körfezi ve bir çok güzelliğini bitirdi. Artık körfez sularında ne deniz atı var, nede eskisi kadar bol balık...


Fuar
20 Ağustos 20 Eylül arası açık olan İzmir Enternasyonal Fuarı İzmir’e bir canlılık getirirdi. Çevre il ve ilçelerden gelen ziyaretçilerle birlikte büyük bir kalabalığa ev sahipliği yapardı. O zamanlarda bir çok ülke fuara katılırdı. Kendilerine ayrılan bölümlerde (Bunlara o zamanlar pavyon denilirdi) ürünlerini sergiler, bazıları satış yapar, az bir kısmıda fuarın kapanacağı gün sergiledikleri ürünleri satarlardı. En ilgi çeken pavyon Amerika Birleşik Devletleri'nkiydi. Hatta bir seferinde Ay’dan gelen taşları sergilemesi büyük ilgi gördü. Dediğim gibi fuar İzmir’e büyük bir canlılık getirirdi. Otobüs ve troybüsler özel seferler yaptığı gibi gece son sefer saatini her zamankinden daha ileri bir saate alırlardı. Fuara mutlaka gidilirdi. Hatta birden fazla gidilirdi. Pavyonlar gezilir, buralarda dağıtılan broşürler toplanırdı. Tariş Pavyonundan üzüm suyu, SEK pavyonundan ayran içilir, çıkışlarda satılan, ertesi günün gazetelerini alınıp eve dönülürdü. Fuar zamanı Türkiye’nin en tanınmış sanatçıları İzmir’e gelirdi. Muammer Karaca ve Nejat Uygur tiyatroları her sene en yeni oyunlarını sergilerlerdi. Manolya Bahçesi, Ekici Över tanınmış ses sanatkarlarına ev sahipliği yaparlardı. Orta yaşın üzerindeki dans etmek ve müzik dinlemek için Mogambo ve Kübana’yı tercih ederken, gençler daha çok Dağ Disko’da vakit geçirirlerdi. Fuar için Izmir’e gelen sanatçılar genellikle Büyük Efes Otelinde kalırdı. Ünlü sanatçıları her an için o civarlarda ve kordonda görmek mümkündü. Zeki Müren her sene Manolya bahçesinde sahneye çıkardı. Emel Sayın, Muazzez Abacı, Ajda Pekkan, Ferdi Özbeğen ve diğer tüm sanatçıların fuarda sahne aldığını söyleyebilirim. Halit Kıvanç, Orhan Boran, Erkan Yolaç’ta tanınmış sunuculardı. Bu arada Çarşamba günleri gündüz yapılan kadınlar matinelerini de unutmamak gerekir. Günün erken saatlerinde pikniğe gider gibi hazırlık yapan hanımlar indirimli fiyatlı bu gündüz matinesini izlemeye gelir, akşama kadar güzel vakit geçirip gönüllerince eğlenirlerdi.

                                                                Mazimdeki İzmir yazı dizim devam edecek



Mazimdeki İzmir– 6...1960’lı- 1970’li yıllar

1960’lı yıllarda evlerde kalorifer sistemi bulunmazdı. Isınma odun, kömür veya gaz sobalarıyla sağlanırdı. Odun ve kömür kullananlar yaz mevsiminde, bir kış yetecek kadar odun veya kömür alır, evlerin bodrumunda depolarlardı. Bazı evlerde ise gaz sobası tercih edilirdi. Gaz sobasının yakıtı için, evin balkonunda duran varillerin içerisinde gaz stoklarlardı. İki veya üç varil bu iş için yeterliydi. Variller benzin istasyonundan gelen tankerler tarafından doldurulur, alt kısmında bulunan bir musluk yardımıyla daha ufak kaplara aktarılarak sobaya nakledilirdi. Büyük evlerde bulunan iki kazanlı gaz sobaları ile ciddi bir sıcaklık sağlanırdı. O zamanki binalarda asansör de yoktu. İzmir’de ilk asansörü 1960 yılların sonuna doğru görmek mümkün oldu. Klimalar çok daha sonra kullanıma girdiler. İlk klimalar tamamen ithal olup, bu günkülere nazaran çok gürültülü olarak çalışır, uzaktan kumandaları olmadığından üzerinde bulunan düğmelerin fonksiyonları manuel olarak değiştirilirdi. O yıllarda klima terimi yerine air condition terimi kullanılırdı.
Giyim, terzi ve yorgancılar
Hazır konfeksiyonun olmadığı zamanlarda tüm giyim terziler tarafından hazırlanırdı. Mahallelerde de terziler bulunmasına rağmen en tanınmış terzilerin dükkanları Kemeraltı ve Hisarönü civarındaydı. Takım elbise, ceket veya pardesü diktirileceği zaman mutlaka onlara başvuruldu. Kapısında tüccar terzi diye yazıyorsa aynı zamanda kumaşta satıyor anlamı çıkardı. Bu kolaylıktı. Kumaşı aynı yerden aldıktan sonra ölçünüz alınıyor, bir müddet sonra birinci, daha bir zaman sonra ise ikinci provaya çağırıyordu. Belirli bir süre sonra teslim ediliyordu. Yani bu terzilerde takım elbise ve pardesü gibi giyim eşyalarını diktirmekte o kadar kolay değildi. O yıllarda, bu geçikmelerden ve maddi açıdan aileye destek olmak amacıyla ev hanımları da terzilik öğrendiler. Kısa süreli kurslara gittikten sonra aile içindeki basit dikişleri yapmaya başladılar. Bazı hanımlarda eve terzi getirtir, istediği kıyafetleri evde diktirtirdi. Bu arada hazır giyimin ilk lokomotifinin Sümerbank olduğunu söyleyebilirim. Özellikle Sümerbak'tan alınan çizgili pijamalar o yıllarda epey meşhurdu. Mahallelerde yorgancılar vardı. Yorgan dikerler veya götürülen şilte, yorgan ve yastıkları söker, pamuklarını tiftikler , gerekirse üst kılıfını da değiştirerek teslim ederlerdi. Bazı hanımlar hallaçları evine çağırır ve burada pamuk atırırlardı. Hallaç gittikten sonra oda savaştan çıkmışcasına dağınık olurdu. Her tarafa sıçramış pamuk parçalarını toplamak epey zaman alırdı.
Konak çevresi
Konak’ta SSK binaları ve katlı otopark yokken buraları geniş bir park alanıydı. Yeşil bitkiler güzel ağaçlar ve oturma gruplarıyla güzel bir görüntüsü vardı. Parkta oturanlar denizi rahatlıkla görürlerdi. Daha sonra SSK binaları yapıldı. Arkasından katlı otoparkta yapılınca bu parklardan eser kalmadı. Şimdiki Sabancı Kültür Merkezi’nin olduğu yerin civarında Maksim Gazinosu bulunurdu. İlginç bir gazinoydu. Burada nişan,düğün ve sünnet kutlamaları çok sık olurdu. Fuar zamanı ise tanınmış ses sanatçıları burada sahne alırlardı. Bana en ilginç geleni ise arada yapılan anonstu. Şöyle diyordu ‘Her türlü davetiniz için 200 kişilik pasta masalara su ve çerez ikramıyla orkestra dahil ödenecek ücret şu kadar. ’ bu ananonsu duyan o akşamki düğün sahibinin ne kadar ücret ödediğini de öğrenmiş olurdu. Başka hiçbir yerde duymadığım bu anons o zamanlar bana çok ilginç gelmiş olsa gerek yıllar sonra bile hafızamda yer etmiş. Gazinonun hemen yanında büyük bir benzin istasyonu tam karşısında ise yıllarca bir türlü bitirilemeyen opera binasının enkazı dururdu. Yıllarca ,on yıllarca o halde kaldıktan sonra yıklınca bundan kurtulduk. Bahsettiğim yer şimdiki astsubay ordu evinin yakınındaki otobüs durakları ve metro girişinin olduğu alandır. Saat kullesinin olduğu bölüm daha doldurulmamıştı. Konak vapur iskeleside daha içerde kalıyordu. Bunun yanındaki Atıf Kafeterya oldukça meşhurdu. Şimdiki Konak Pier’in olduğu bölüm ise balık haliydi. Önünden geçerken rahatsız edici bir koku ile karşılaşırdınız. Balık halinin tam karşısından Karşıyaka dolmuşları kalkardı. Saat kulesinin civarından ise Bornova, Mithatpaşa, Hatay ve Yeşilyurt dolmuş durağıydı. Ayrıca gene bu alandan Çeşme, Urla, Kraburun ve Seferihisar yönüne giden otobüsler hareket ederdi.
İlk market
Konak’ta 1960 yılların sonunda İzmir’deki ilk büyük alış veriş merkezi YKM açıldı. YKM’nin altında açılan market İzmir’in ilk süpermarketidir. Oradan alış veriş yapmak bir keyifti. YKM den sonra, Yeni Konak ve Sevil alış veriş merkezleride arka arkaya hizmete girdiler.


                                                                 Mazimdeki İzmir yazı dizim devam edecek


Mazimdeki İzmir-5 1960’lı- 1970’li yıllar

Mahalle bakkalı
O dönemde mahalle bakkallarında peynirden, gaza, tekel ürünlerinden, zeytine, deterjanlara kadar bir evin ihtiyacı olan her şey bulunurdu. Bakkal dükkanında gaz büyük demir bidonlarda saklanır, buradan litre ile satılırdı. Genellikle gaz sobasının deposu veya plastik bir bidon ile bakkala gidilir ve buradan ihtiyaç kadar gaz alınırdı. Yoğurtta aynı şekilde kilo ile alınırdı. Yoğurt konacak kap evden götürülürdü. Bakkalın kabın darasını almayı unutmaması için dikkatle izlenir, dökmeden eve getirilmeye çalışılırdı. Pirinç, şeker, fasulye, nohut gibi kuru bakliyatlar büyük çuvalların içerisinde dururdu. İstenilen miktar kağıt bir kese kağıdına konularak ihtiyaç sahiplerine verilirdi. Bisküviler üstü cam olan teneke kutuların içerisinde saklanır yine kilo ile alınırdı. Tabi o zamanlar hiçbir şey peşin para ile alınmazdı. Bakkal defterleri vardı. Bakkalın kalın defterine karşılık herkesin küçük bir cep defteri bulunurdu.. Bakkaldan alış veriş yapıldığı zaman bakkal her iki deftere alınanları ve karşısına ücretlerini yazar, ay sonunda toplar ve alış veriş yapanlara yollardı. Fiyat gelince hemen ödemek adettendi.
Kola kola çıkmadan önce sevilen içeçekler arasında Cincibir ve değişik bir tada sahip, oldukça tatlı bir içeçek olan Sunal Kokteyl vardı. Daha sonra Kola Kola çıktı. Cam Şişede ve 60 kuruşa satılırdı. Birde yanında gofret oldumu toplam bir lira.. Okuldan dönüşlerde bu ikili çocukların çok hoşuna giderdi. Kısa bir süre sonra Pepsi ve diğer gazoz ve içecek çeşitleri çıktı.

Numarayı bulan kazanıyor
Gazoz ve kola markaları çoğalmaya başlayınca firmalardan birisi kola kapaklarının altına rakkamlar koymaya başladı. Şişenin teneke kapağının altındaki mantarı kaldırdığınız zaman 100’e kadar olan rakkamlarla karşılaşırdınız. Ama hediye sadece bir tanesine verilirdi. Hangi rakkam olduğunu hatırlamıyorum ama 60 diyelim. 60 yazılı kapaktan kim daha çok getirirse yarışmayı o kazanacak ve ikramiye olarak bir miktar para ödülü verilecekti. İkinciden beşinciye kadar ise çeşitli ikramiler kazanılacaktı. Herkes kapak toplamaya başladı. Tabi bizde toplamaya başladık. Sanırım o numaranın bulunduğu 80 kadar kapak biriktirdik. Yarışmanın sona erdiği bir pazar günü bu içeçeklerin yapıldığı fabrikaya götürdük. Getirenlerin kapakları sayılıyor ve bir deftere kaydediliyordu. 1-2 tane bile getirenler olduğu gibi yarışmaya katılanlar genellikle 10-15 kapak getirmişlerdi. Bizden önde olan sadece bir kişi vardı. Biz ikinci sıradaydık ve hiç fena değil diye düşündük. İkincilikte iyidir. Heyecanla eve döndük. Ertesi gün sonuçlar açıklandı. Birinci gelen yaklaşık 4000 kapak getirmişti, ikinci, üçüncü buna yakın miktarlardı. Hesaba katmadığımız kahveciler olmuştu. Ödül alanların hepsi kahveciydi….

Bayrak ve şehir bulmaca
İlkokul yıllarımdayken sakız fabrikalarının tuzağına düştüğümüzü hatırlıyorum. Bir marka sakızların içerisinden ülke bayrakları çıkardı. Bu bayrakları biriktirip, sakız fabrikalasının verdiği deftere yapıştırırdık. Tabi tüm ülkelerininki çıkar, birinci sırada bulunan Türkiye asla çıkmazdı. Türkiye haricinde tüm defteri tamamladığımızı hatırlıyorum. Türkiyeyi de bulup defteri fabrikaya yollarsak 50 TL para kazanacaktır. Ama olmadı…
Bu bayrak toplama kampanyası o kadar çok rağbet görünce başka bir sakız firması da Türkiye’nin şehirlerini bulma kampanyası başlattı. Sakızların içerisinden plastik bir şehir çıkıyor, bunu Türkiye haritasına yapıştırarak Türkiye haritasını tamamlamak gerekiyordu. Bu özellikle ilk okul öğrencileri arasında çok ilgi gördü. Tabiki Yozgat şehri çıkmadığı için haritayı tamamlamak mümkün olamıyor, kazanan hep sakız fabrikaları oluyordu.
8 mm filmler
Evlerde ufak sinema oynatma makineleri vardı. Bu makineler 8 mm lik filmleri oynatırlardı. Portatif olarak açılıp, film izlemeden sonra kapatılabilinen sinema perdesi üzerine yansıtılan görüntü ile bu filmler keyifle izlenirdi. Sessiz filmlerdi. Ama biz çocukken bunlardan çok keyif alırdık. Genellikle komik filmlerdi, seyretmesi keyifliydi. Lauel ile Hardy ve Şarlo filmleri en çok sevdiğimiz filmlerin arasında yer alıyordu. Filmler o yıllarda bir sektör doğurmuştu. Genellikle fotoğrafçılar tarafından kiraya verilirdi. Kiraları günlük 2.5 ile 3 lira arasında değişiyordu. Bir filmin süresi yaklaşık beş dakika kadardı. Daha sonraları biraz daha büyükleri piyasaya çıktı. Bunların süresi ise yaklaşık on beş dakika kadardı. Bazı aileler kendileri film çekme makinası almışlardı. Filmi çeker sonra banyo edilmek üzere fotoğrafçıya verilir, uzun bir süre sonra film alınır ve kendi makinasında izlemesi mümkün olurdu.
Aslında çekilen fotoğraflarda öyleydi. Fotoğrafçı banyosunun yapılması için bir süre beklerdi. Renkli fotoğraflar ise İzmir’de banyo edilmez, İstanbul’a yollanırdı. Dolayısıyla gelmeleri epey bir zaman alırdı.

                                                    Mazimdeki İzmir yazı dizim devam edecek




Mazimdeki İzmir-4 1960’lı-1970’li yıllar

Spor, bilhassa futbol o yıllarda çok ilgi görürdü. Maçlar Alsancak Stadının toprak zemininde oynanırdı. Saha toprak olduğundan toz çıkmasını önlemek amacıyla maçtan önce ve devre arasında arazöz sahaya girer ve sahanın her yanını ıslatırdı. Kapalı tribünün üzerindeki oturma kısmı o yıllarda yoktu. Üst tribün yapıldıktan sonrada sporcuları uzaktan, ufak gösteriyor diye pekte sevilmedi. Alsancak Stadının kapalı ve açık tribünü Altay, Göztepe, Karşıyaka, Altınordu ve İzmirspor tarafları tarafından bölünmüştü. Her takımın taraftarı kendisine ayrılan bölümde maçı izlerdi. Kazanana saygı gösterilir, küfür, kötü söz veya kavga asla olmadı. O yıllarda Altay ve Göztepe birinci ligte, Altınordu, Karşıyaka ve İzmirspor kısmen birinci ligtede ve genellikle ikinci ligte yer alırlardı. Üçüncü ligteki İzmir temsilcileri Ülküspor ve Yeşilova’ydı. Şimdiki UEFA kupasının adı o yıllarda Fuar Şehirleri Kupasıydı. Uluslar arası fuarı olan şehirlerin takımları arasında oynanırdı. Tabi Türkiye’de uluslar arası fuarı olan tek şehir İzmir olduğundan bu kupaya, İzmir takımlarından bir önceki sene ligde en çok puanı almış almış olan takım katılırdı. Haliyle bu ya Göztepe veya Altay olurdu. (Göztepe efsanevi kadrosuyla bu kupada çeyrek finale kadar yükselme başarısı gösterdi. ) O dönemde sık sık Alsancak Stadında maç izlemeye giderdik. Genellikle ilk olarak üçüncü lig maçı, arkasından ikinci lig en sonundada birinci lig takımları olan Altay veya Göztepe’nin maçını izlenirdi. Hele maç bu ikisi arasındaysa çok heyecanlı ve iddialı geçerdi. Genellikle maçtan sonra Bornova Sokağına doğru yürünür, Süleyman Ağa Mandırasının meşhur olan ballı yoğurdundan yedikten sonra cam su şişelerinde satışa sunulan ayranından içilirdi. Kıbrıs Şehitleri Caddesi parke taş döşeli ve iki yönü trafik akışına açık olan hareketli bir caddeydi. Bu cadde üzerinde de İbrahim Ağa Mandırası çok bilinirdi. Özellikle Şubat ayında satışa çıkarttığı koyun yoğurdu gerçekten enfesti.
Mahallede Oyunlar
Futbola olan yoğun ilgiden fırsat bulduğumuz her yerde top peşinden koşardık. Mahalle maçlarında geçerli kural , üç korner bir penaltıydı. Şut çekişmeler, voleybol oynama ve ping pong o günlerin spor hatıraları arasında yer alır. Evimiz deniz kenarındaydı ve büyük bir bahçesi vardı. Bu bahçe top oynamak için çok elverişli olduğundan yaklaşık her gün bu bahçede top oynardık. Topun denize kaçtığı zamanlarda ise denizde avlanmakta olan balıkçılardan yardım isterdik. Çoğu seferde yardımımıza koşarlar denize kaçan topumuzu bize getirirlerdi. O zamanlar şimdiki gibi spor ayakkabılarıda yoktu. Sadece genellikle beyaz renkli olan lastik ayakkabılar spor yarışmalarında ve maçlarda kullanılırdı. Spor karşılaşmaları dışında normal ayakkabılarımızla maç yapardık. Ayakkabılar o kadar çabuk eskirdi ki, yenisi alınacağına altına pençe yapılarak bir müddet daha giyilirdi. Pençeli ayakkabılar yolda yürürken metalik bir ses çıkartırdı. Zıplayan küçük toplar, genellikle kız çocukları tarafından sevilirdi. Bu top yere vurularak zıplatılır sonra ayaklarının arasından kaç kere geçirdiklerini sayarlardı. Tabi cam meşelerle oyanan meşe oyunu, akşamları evin kapısı önünde saklanbaç oynamalar ve plajlarda ki uzun eşek oyununu unutmamak gerekir.
Kordon
Kordon’un girişi olan Cumhuriyet Meydanı’nın da otomobil tamirhaneleri olduğunu hatırlıyorum. Aslında Alsancak’ın pek çok yerinde otomobil tamirhaneleri ve benzin istasyonları bulunurdu. Amba Otelinin altında ve karşısında, Alsancak Camisinin yakınında vede Kordon’un sonunda birer benzin istasyonu bulunurdu. Kordon restoranlarıyla çok meşhurdu. O zamanki restoranların bazıları İmbat Restoran, Bergama Restoran, Erol’un Yeri ve daha sonraları açılan Yengeç Restoran uzun yıllar Kordon’da hizmet vermişlerdi. Birahaneler açılmaya başlanınca Kordon’da birahane akımı başladı ve arka arkaya pek çok birahane açıldı. Bunlardan bazıları günümüze kadar gelmesine rağman bazıları daha kısa ömürlü oldular.

Mazimdeki İzmir yazı dizim devem edecek



Mazimdeki İzmir-3.. 1960’lı-1970’li yıllar

Karşıyaka ile anılarım çok sınırlı. İskelesini, iskelenin hemen yanındaki meşhur Tilla Restoranı, çarşısını, sahilindeki güzel evlerini hatırlıyorum. Çarşı parke taşlarla döşeliydi ve iki yönlü trafik akışı bulunuyordu. Çarşının hemen girişinde sağ tarafta bir gazeteci vardı. Karşıyaka’ya gittiğimizde ilk olarak Karşıyakanın meşhur ayranından içer, ikinci olarakta bu gazetecide her zaman bulunan Küçük Prens çizgi romanlarından bir tane alırdık. Toplam on iki adetten oluşan bu seriyi gide gele tamamladığımı ve keyifle okuduğumu hatırlıyorum. Karşıyaka sahil evlerinin hemen bitiminde çamurlu ve bataklık bir alan vardı, buraya gelenler çoğu kez dizlerine kadar çamura batmaktan kurtulamazlardı. Altınyol açılmadan önceki Karşıkaya yolu, Bayraklının içerisinden geçen iki şeritli dar bir yoldu. Bayraklı civarına gelindiği zaman bölgedeki yağ fabrikalarından çıkan pirina kokusu çok rahatsız ederdi.
Devlet Hastanesi ve doktorlar
1960 yıllarda İzmir’in büyük hastaneleri arasında yer alan Devlet Hastanesi Konak’ta şimdi boş olan ve yakın zamana kadar Kadın Hastalıkları ve Doğum Hastanesi olarak kullanılan binadaydı. İzmir’in en tanınmış doktorları bu hastanede bulunurdu. Aynı zamanda hastanenin bir kısmı Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi tarafından kullanılırdı. Hastane İzmir dışından gelen hastalarada hizmet verdiğinden oldukça yogundu. Hatta hastanenin hemen çıkışında bulunan bir özel hastanede bu yoğunluktan payını alırdı. Devlet Hastanesinde çalışan doktorların muayenehaneleri de Konak civarında ve daha çok Beyler Sokaklarındaydı. Beyler Sokakları bir birine pralel olan üç sokağa verilen isimdir. Eski zamanlarda zengin Türk ailelerinin oturduğu bu sokakların ismi o zamandan beri değişmedi. Konak’tan başlamak üzere birinci, ikinci, üçüncü, Beyler Sokağı ismiyle bilinirler. Buralarda bulunan evler zaman içerinde iş hanlarına dönüşünce, doktorlar da bu bürolarda muayenehane açmışlardı. Saat 15-16 civarında hastaneden çıkan doktorlar muayenehanelerine gider ve gecenin geç vakitlerine kadar hasta bakarlardı. Tabi bu yoğunluktan nasibini almak için Konak çevresinde çoğu seyyar olan bir takım esnaf belirmişti. Bunları en enteresanı ise doktor simsarlarıydı. Genellikle İzmir dışından gelip levhalara bakarak doktor arayanların yanına dostça yaklaşır, halini hatırını sorduktan sonra şikayetini öğrenir ve ona çok iyi bildiği bir doktora götüreceğini söylerdi. Hasta bu anlatılanlara ikna olursa onun götüreceği doktora giderlerdi. Tabi bu simsarlara yüz vermeyen pek çok doktor olmasına rağmen bazı doktorlar da bu simsarlara rağbet ederlerdi.
Unutulmaz uçak kazası


O yıllarda İzmir’in şehirler arası uçuşa açık olan tek hava limanı Çiğli’de bulunuyordu. 1974 yılının ocak ayında Çiğli Havalimanı bakım amacıyla uçuşa kapatılınca şehirler arası uçuşlar o zamanlar askeri hava limanı olarak kullanılan şimdiki adı Adnan Menderes, o zamanki adı Cumaovası olan havalimanından yapılmaktaydı. 24 ocak 1974 tarihinde sabah 7.30 da İstanbula gitmek üzere havalanmakta olan THY Van uçağı pistten kalkmak üzereyken düşer. Bu kazada 68 yolcunun 62 si ve uçuş personelinin tamamı vefat ettiler. İşte bu uçağın yaralılarının sirenler içerisinde İzmir Devlet Hastanesine getirildiklerini hatırlıyorum. Hastanede alarm verilmişti ve tüm doktorlar görev başındaydı. Yollar normal trafiğe kapatılmıştı. Sadece havalimanından gelen araçlara yol veriliyordu. Tüm yaralılar ve kazada vefat edenler hastaneye getiriliyorlardı. Kazayı duyan yolçu yakınları, yaralılara kan vermek için hastaneye koşanlar büyük bir paniğe neden olmuşlardı. Çok hüzünlü bir gündü. Getirilen yolcuların çoğu vefat etmişti, buna rağmen bu kazada mağdur olan insanlara yardım etmek için herkes elinden gelen tüm çabayı göstermişti. Bu kaza hakında biraz bilgi vermek istiyorum. Kaza tamamen vefat eden pilotların hatasına bağlanmasına rağmen, gerçek böyle miydi? THY 1972 yılında bir Hollanda firmasından beş adet Fokker f28 marka uçak satın aldı. Ve bu uçaklar hemen hizmete girdi. İzmir’de düşen Fokker f 28 uçağından kısa bir süre sonra, ocak 1975 te aynı model uçak Marmara Denizine, bir başkası 1979 da Ankara yakınlarında düştü. Kalan iki uçağı seferden kaldıran THY bunları başka ülkelere sattı. Satılan bu iki uçakta kısa bir süre sonra o ülkelerde düştüler. Dolayısıyla pilotaj hatasına bağlanan bu olay gerçekten pilotaj hatasımıydı? Yoksa uçaklarda bir arıza veya imalat hatasımı vardı? Gerçek hiçbir zaman anlaşılamadı.

Mazimdeki İzmir -2 .1960’lı, 1970’li yıllar

O yıllarda bir çok ilk yaşandı. Mesela ilk deterjan satışa çıktı. Bulaşıklar için kullanılan ‘’Güneş Deterjan’’ camcı macununa benzer bir kıvamdaydı. Ufak bir parçası suda köpürtüldükten sonra bulaşıklar yıkanırdı. Tabi az bir kısmıda bulaşıklara yapışırdı. Daha sonraları piyasaya çıkan Hasan Atilla marka deterjan çok popüler olmuş, ev hanımları arasında epey rağbet görmüştü. Radyo reklam kuşağında yayınlanan ‘Çamaşırda sen, bulaşıkta sen, her yerde sensin, Hasan Atilla’ reklamı herkesin tekrarladığı bir nakarat olmuştu. Tabi o yıllarda bunu hatırlayanlar Elmor Radyolarının reklamınında mutlaka hatırlarlar. Reklam şöyleydi. ‘’Su sesi, para sesi, kadın sesi, hepsinden güzeli Elmor Radyolarının sesi’ Elmor Radyoları derken arka fonda çalmakta olan müzik hızlanır ve keyifli bir ortam yaratılmaya çalışılırdı. Reklam derken bankaların çekilişle para ve apartman dairesi dağıttıklarınıda unutmamak gerek. Belirli mevduata (Bu günkü para ile 1000 TL gibi) bir çekiliş numarası verilir, genellikle yılbaşında yaptıkları çekilişle kazanaların ikramiyelerini dağıtırlardı. Bankaların yılbaşında dağıttıkları defter, kalem, takvim,ajanda gibi promasyonlarda çok ilgi görürdü. Çekilişler, apartman ve para ikramiyeleri ve diğer promasyon ürünlerinin bankaların ödeyeceği vergiden düşmeleri ve devletin çok zarar ettiğinin hesaplanmasıyla bunlar yasaklandı. Bu arada gazelerinde enteresan promasyonları vardı. Pay kuponu adıyla günlük gazetelerde kupon verilirdi. Bunlar biriktirilir ve biriken miktara göre hediye kazanılırdı.
Radyo Tiyatrosu
Televizyonun olmadığı zamanlarda radyo, evlerdeki en büyük eğlencelerden birisiydi. Radyolar genellikle lambalıydı. Bu radyoların düğmesi açıldığı zaman bir müddet lambasının ısınması beklenirdi. İzmir’de sadece TRT İzmir Radyosu dinlenirdi. Radyonun en çok izlenen programları ajans denilen sabah 7.30, öğlen 13,akşam 19 ve gece 22.45 te sunulan haber bültenleriydi. İlgi çeken diğer bir program ise radyo tiyatrosuydu . Arkası yarın adıyla her gece yaklaşık bir saatlik bölüm yayınlanarak yaklaşık bir haftada biterdi. Hafta sonları ise bir romanın tamamın senkronize edildiği daha uzun tiyatrolara yer verilirdi. Her akşam devam eden oyunlardan Ömer Seyfettin’in ‘’Mezarından Kalkan Şehit ‘’adlı eserinin herkes tarafından büyük ilgi ile dinlendiğini hatırlıyorum.
İlk Televizyon
İzmir’de ilk televizyon deneyimi 1970 yılların başında Yunan Televizyon kanalı olan EPT ‘nin izlenmesiyle başlar. Yaklaşık bir yıl kadar sadece bu kanal vardır. Daha sonra bir fuar zamanı TRT zayıf bir yayın sinyaliyle İzmir’de ilk yayınına başladı. Fuarın kapanmasıyla birlikte bu yayını son buldu. Bundan bir müddet sonra TRT TV İzmir’e ulaştı. Siyah beyaz olan yayın, haftanın dört günü 19 ile 23 saatleri arasındaydı. İşte bu zamanlarda Halit Kıvanç’ın sunduğu ‘Bildiklerimiz, Gördüklerimiz, Duyduklarımız’’ adıyla yayınlanan yarışma programı en ilgi çeken programların başında geliyordu. Televizyondan maçları izlemek ve spor programlarını takip etmek büyük keyifti. Pazar akşamları spor yayınları içerisinde top nerede diye bir program vardı. Bir maç esnasında ekran dondurulur ve top gizlenirdi. Telefonla katılan yarışmacılar topun nerede olduğunu tahmin ederlerdi. Doğru bilene maç bileti gibi ufak ikramiyeler verilirdi. Televizyon herkesin evinde bulunmazdı. Televizyonu olmayanlar, televizyonu olanların evine akşam ziyaretine giderlerdi. Bir iki sohbetten sonra çocuklar televizyonun önündeki halının üzerinde, büyükler ise tam televizyon karşısında yerleştirilmiş koltukta oturma düzeni alır ve televizyon büyük bir ilgiyle izlenirdi.. Televizyonlar ise genellikle yurt dışından gelirdi. Saba, Grunding, Sony o dönemin meşhur televizyon markaları arasındaydi.
Sinemalar
60’lı,70’li yıllarda sinemalar yoğun rağbet görürdü. Konak’ta Elhemra, Konak, Sema, Şan, Mithatpaşa’da Site, Köşk ve Hatay’da Hatay sineması bizim en çok gittiğimiz sinemalardı. Bilhhassa cumartesi günleri okuldan çıkınca gidilen İzmir Sinemasının 14.30 matinesi tüm gençlerin toplandığı bir mekandı. Tabi o zamanlarda cumarteside saat 13’e kadar okul olurdu. Basmene civarında bulunan Yıldız Sineması üç filmi arka arkaya oynatmasıyla meşhurdu. Bazen Yıldız Sinemasınada giderdik.

Dergiler ve Ansiklopediler
O Yılların tek bilgi kaynakları ansklopedilerdi. Okulda ödev verildiği zaman bu ansiklopedilerden faydalanarak ödev hazırlanmaya çalışılırdı. Eldeki ansiklopediler yetersiz kalırsa bu sefer Konak’ta bulunan Milli Kütüphane yardıma yetişirdi. Evlerde bulunan ansiklopedilerin en meşhurları altı ciltten oluşan Hayat Ansiklopedisi, on büyük ve iki küçük çitten oluşan bol resimli Resimli Bilgi, Arkın Kitapevinin çıkarttığı iki bölümlü Fen Ansiklopedisi çok sevilen yardımcılardı. Dergilere gelince genel magazin ve popüler haberlerinin yer aldığı Hayat, daha çok sinema haberleri veren Ses, renkli tarih mecmuası görünümündeki Hayat Tarih Dergisi sevilen yayınlar arasındaydı. İlkokulda da derslere yardımcı olmak üzere hazırlanmış ders dergileri vardı. Öğretmenimiz sene başında ‘Sınıf Bilgisi’ veya ‘Ders Bilgisi’ adıyla yayınlanan dergilerden birisine abone olmamızı ister o dergi her ay düzenli olarak gelirdi. Bu yıllarda öğrenci olanlar çocuklar arasında çok popüler olan 'Doğan Kardeş' dergisini hatırlarlar. Haftalık olarak uzun yıllar boyunca yayınlandı. Pazartesi günleri yayınlanmasına rağmen kırtasiyecimiz cumartesi günleri gizli gizli verir. Pazartesi günü çıkacak dergiyi cumartesiden vermek onu rahatsız ediyor olsa gerek ''Kimseye söylemeyin'' derdi. Çizgi romanlardan Tom Braks, Kaptan Swing, Teks, Red Kit, Gordon, Teksas, Tom Miks genellikle haftalık yayınlanır ve çok sevilirdi. Tabi bunların yanısıra Karaoğlan ve Tarkan'ın maceralarıda ilgiyle takip edilirdi. Gençler arasında Hey Dergisi, genç kızlar arasında ise Cep Foto Romanlar çok okunurdu. Çizgi romanlar ve kitaplar arkadaşlarla değiştirilir, böylece daha çok kitap okuma imkanı olurdu. Siyasi mizah dergilerinin en tanınmışı, uzun yıllar haftalık olarak yayınını sürdüren 'Akbaba' dergisiydi. O dönemin tanınmış yazarları olan Aziz nesin, Muzaffer izgü, Yusuf Ziya Ortaç, Rıfat Ilgaz, Ercüment Ekrem Talu derginin tanınmış yazarları arasındaydı.
Mazimdeki İzmir yazı dizim devam edecek



Mazimdeki İzmir.. 1960'lı - l970'li yıllar…

60'lı,70'li yıllar anlayış ve hoşgörünün egemen olduğu zamanlardı. Dürüst insanların yaşadığı senelerdi. O zamanlarda yalancılık dolandırıcılık ve bilhassa hırsızlık hiç hoş karşılanmaz, böyle alışkanlıkları olanlar hemen toplum dışına itilirlerdi. Yani o yıllar farklıydı. . İnsanlar dürüst, doğru ve şahsiyetliydi. Emeğiyle para kazanır bunu ailesiyle paylaşırdı.
Birikmiş anıları aralarken pek çok kişi, pek çok yer, pek çok olay gözümün önünde canlandı. Bunları bir kısmını sizlerle paylaşmak istedim. Ama o yıllar ile ilk hatırladığımı yazımın başına, giriş kısmına yazdım.
1960-1970 li yıllar zor kazanılan paranın savrulmadan gıdım gıdım harcanabilindiği zamanlardı. Mesela uçağa hiç binilmezdi. Aslında uçak seferleride çok azdı. Taksi zorunluluk olmadığı taktirde tercih edilmezdi. Taksimetrede olmadığından taksi şöförüyle pazarlık edilir, daha sonra araca binilirdi. Tercih edilen ulaşım araçları belediye otobüs ve troleybüsleriyle dolmuşlardı.
Sahil yolu yapılmadığı için Konak Üçkuyular arasındaki ulaşım Mithatpaşa yolundan troybüs ve dolmuşlarla sağlanırdı. Şimdiki Fahrettin Altay Meydanının adı o zamanlar Kenedy Meydanıydı. Daha sonra bu isim değiştirilerek Kurtuluş Savaşı sırasında İzmir’e ilk giren komutanın adı verildi. İşte bu meydandan kalkan troleybüsler Konak istikametini takip ederek Talatpaşa yoluyla Alsancak, Kahramanlar ve Tepecik istikametine giderlerdi. Talatpaşa yönüne giden 1, Kahramnalar 2, Tepecik ise 3 numaralı troleybüsler olarak bilinirdi. Üç tanede yeni adıyla körüklü troybüs vardı. Bunlara o zamanlar çifteli troleybüs denilirdi. Belediyenin işlettiği otobüs ve troleybüslere arka kapıdan binilir, kapının hemen yanında oturmakta olan biletçiden bilet alınarak aracın ön kısmına doğru ilerleyerek ön kapıdan iniş yapılırdı. Tabi ara sırada kontrol memurları araçların içerisinde dolaşır, biletleri kontrol ederlerdi. Biletsiz binenler ise ceza ödemek zorunda kaldıklarından bilet ininceye kadar atılmazdı. Troleybüslerin halk aradında boynuz diye tabir edilen ve telerden eletrik almaya yarayan uzantıları troleybüsü kullanan şöfürün hızlı gitmesi veya ani bir hareket yapmasıyla telden çıkardı. Tabi bu durumda boynuzu tekrar yerine yerleştirmek biletcinin görevleri arasındaydı. Elektrik telinin kopması daha büyük bir sıkıntıyı beraberinde getirirdi. Eshot idaresinin özel mavi renkli bir aracı bunu düzeltmek için olay yerine gelirdi. Enteresan bir araçtı. Tavanında balkon gibi bir oda vardı. Arıza telin altına gelindiği zaman bu odanın içerine bir veya iki kişi girer, sonra yukarı doğru yükselen bir asansör yardımıyla telin hizasına kadar yükseltilir, tamir işi bittiği zaman ise bu sefer alçaltılarak görevlilerin aşağı inmesi sağlanırdı. Bu enteresan aracın hiç penceresi olmayan bir arka odası daha vardı. Burada da tamir için gerekli olan alet ve edavat saklanırdı.
Dolmuşlara gelince, bu araçlar station vagon cinsi Amerikan arabalarının ufak bir modifikasyonu sonrası dolmuş haline getirilmeleriyle oluşmuşlardı. Bunların arka koltuk üç, orta iki, ön iki olmak üzere yedi yolcu ve seyyar tabure ile birlikte sekiz yolcu taşırlardı. Bagaja konulacak yükünüz varsa ayrıca ücret ödemeniz gerekirdi.
Mithatpaşa caddesi o yıllarda parke taşlarla kaplıydı. 1960 yılların başında geceleri deve kervanların geçtiğini hatırlarım. Deve kervanın çanları gecenin sessizliğinde ben geldim derecesine haber verirlerdi. Kervanın ön tarafında daima bir eşek arka tarafındada bir köpek bulunurdu. Kervanın Urla’dan zeytinyağı getirdiği söylenirdi.
Özellikle kış akşamları tahin pekmezci ve bozacıyıda unutmamak gerekir.
Gündüzleri mahallede dolaşan daha değişik esnaflarda vardı. Atıyla gelen sütçü, gügümler içerinde getirdiği sütü atının her iki yanına asar ve atını uygun bir yere bağladıktan sonra kapı kapı dolaşarak sütünü satardı.
Mahallemizin değişmez esnafları arasında bir gazetecimizde vardı. Her sabah erken saatlerde koltuğunun altına doldurduğu gazeteleri abone olan evlerin kapısına bırakırdı. Kimin hangi gazete aldığını asla unutmadığı gibi istediği gazeteyi o gazete yığınının arasından bir seferde kolayca bulurdu. Ay başı oldumu evleri dolaşır ve gazete paralarını toplardı. Yaz aylarında tamamı beyaz renkte olan elbiseleri ve beyaz renkli arabasıyla satış yapan dondurmacıyı Mithatpaşa Caddesinde oturan herkes bilir. Üç çeşit dondurması vardı. Sütlü ve kakaolu hiç değişmeyen iki çeşitti. Üçüncü limonlu,şeftali gibi mevsim meyvelerinden oluşurdu . Konak’tan yürüyerek Küçükyalı’ya gelir, Köprü civarında kısa bir dinlenme molası verdikten sonra yoluna devam ederdi. Akşamüstü ise karşı yoldan tüm dondurmalarını satmış olarak evine dönerdi.


Mazimdeki İzmir yazı dizim devam edecek