7 Ağustos 2014 Perşembe

DEFTERİMDEN İLGİNÇ TARİH NOTLARI - 3



                               Cariyelerin isimleri
 Osmanlı sarayının harem dairesinde yaşayan cariyeler ya esir pazarından satın alınır  veya hediye olarak saraya yollanırlardı. Saraya alınacak cariyeler dikkatle muayene edilir. Hastalıklı olanlar saraya alınmazdı. Daha sonra kendilerine bir ad takılarak Türk ve İslam geleneklerine göre yetiştirilirlerdi. Çoğu romantik olan bu isimlerin bazıları şöyleydi. Gülçin         ( Gül toplayan ), Ebribahar ( Bahar bulutu ), Alemtab ( Dünyayı ısıtan ), Hüsnibahar  ( Bahar güzelliği ),Şebahenk                   ( Gece ahengi ), NurıhayaL  ( Hayalin Ruhu ) ,  Goncater ( Taze gonca ),
Şevkidide ( Göz sevinci ), Subuhgül ( Sabah gülü ), Arzuyıcan ( Canın arzusu ),  Zevkibahar  ( Bahar zevki ),  Çaresaz  ( Çare bulan ).

               Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 Türk Devleti
  Cumhurbaşkanlığı forsundaki bulunan 16 yıldız tarih boyunca kurulmuş olan 16 Türk Devletini simgeler.Ortadaki güneş ise Türkiye Cumhuriyetini temsil eder.Bu devlet ler  1. Büyük Hun İmparatorluğu  2. Batı Hun İmparatorluğu 3. Avrupa Hun Devleti   4. Akhun İmparatorluğu  5. Göktürk  İmparatorluğu  6. Avar İmparatorluğu  7. Hazar İmparatorluğu  8. Uygur  Devleti  9. Karahanlılar   10. Gazneliler  11. Büyük Selçuk İmparatorluğu  12. Harzemşahlilar  13. Altınordu Devleti  14. Büyük Timur İmparatorluğu  15. Babür  Devleti  16.Osmanlı İmparatorluğu  

                                          Hıdrellez 
 Aslı Hızır ve İlyas’tır. Bunlar ölümsüzlük suyu içtikten sonra ölümsüz olduğuna inanılan iki peygamberin adıdır. Hızır karaların, İlyas ise denizlerin koruyucusudur. İnanca göre Hızır kendisinden yardım isteyen herkesin yardımına koşardı.Her yıl baharın başlangıcı kabul edilen 6 mayıs’ta buluştuklarına dair bir efsane vardır. 6 Mayıs   tarihi Hristiyanlıktan önce  
Putperestlerin bir bayramı olarak bilinmekteydi.Hristiyanlık’tan sonra diğer putperest  bayramları   terk edildiği halde    halk bu günü kutlamaya devam etti. Halkın yoğun istekleri karşısında hristiyanlar da bu günü kutlamayı kabul etmiş yalnız ismini değiştirerek Saint George –Aya Yorgi günü olarak kutlamaya başlarlar.Sonraları Müslümanlarca da Hızır İlyas günü olarak kutlanır.Bu deyim daha sonra halk arasında hıdrellez şekline dönüşmüştür.  İnanca göre dileklerini kağıda yazıp denize atanlar  İlyastan  ufak kağıtlarını  bir gül veya ağacın altına gömenler  ise  Hıdır’dan yardım beklerler. Aynı gece ateşin üzerinden atlamakla da  günahlardan arınılacağına inanılır.  

                       Zenci  cenazelerine ücret ödenmesi


  Modern Tıp öğretiminin başlamasından sonra uzun yıllar geçtiği halde en çok sıkıntısı çekilen anatomi derslerinde kullanılmak üzere kadavra bulunmasıydı.  Bunun üzerine Hekimbaşı ve aynı zamanda Tıbbiye mektebi nazırı ( dekanı ) İzmirli İsmail Efendi  Mayıs 1847 tarihinde saraya başvurarak halkın evinde ölen zenci köle ve cariyelerin cenazelerinin    Tıbbiye verilmesini ve bunu sağlayanlara da belirli bir ücret ödenmesi isteğinde bulunur.Bu dilek   padişaha kadar ulaşır. Kısa bir süre sonra  Sadrazam tarafından hekimbaşıya şu yazı gönderilmiştir. ‘Evlerinde zenci köle veya cariye ölenlerlerin cenazeleri Tıbbiye Mektebine götürülmek üzere   haber verenlere otuzar kuruş ikramiye verilmesi  ve  isteğinize uygun olarak gereğinin yapılması için Padişah iradesi çıkmış ve  ilgililere konu hakkında bilgi verilmiştir. ‘ denmektedir.

                                 Atlı tramvayla yolculuk
  Büyük şehirlerde şehir içi ulaşımı sağlamak amacıyla atların çektiği tramvaylar uzun yıllar kullanılmıştı.İki veya dört atın çektiği bu arabalar  bilhassa İstanbul’un dar ve o zamanlar düzenli olamayan sokaklarında giderken çok zorlanırlardı. Bunlara at dayandırmakta güçtü. Atlar çok yoruluyor ve yeterli beslenmiyorlardı. Dolayısıyla hepsi zayıf ve çelimsizdi.Arabaların doğru dürüst bir fren sistemi olmadığından önüne birisi çıktığı zaman aracı durdurmak çoğu kez mümkün olmuyordu.Buda çeşitli sorunlara neden olmaktaydı. Korna sistemi bulunmadığından arabayı kullananda genellikle bir borazan olur gerektiği zaman bunu öttürerek yolun açılmasını isterdi. Yol üzerinde belirli yerlerde ahırlar bulunurdu. Yorulan atlar burada dinlenmiş olanlarıyla değiştirilip yola devam edilirdi.Az miktarda tramvay ise  iki katlıydı. Bunun üst katında oturmak bir ayrıcalık olarak kabul edilirdi. Tramvaylarda birinci sınıf ve ikinci sınıf olarak iki mevki bulunurdu. Zenginlerin tercih yeri olan birinci mevki diğerine göre biraz daha temiz ve bakımlıydı. Kadınların oturacağı bölüm ise bir perde ile ayrılmıştı. Yolcular ayakta durmaz oturarak seyahat ederlerdi. Atlı tramvaylar elektrikli olanlarının gelmesinden sonra 1900’lü yılların başında tamamen terk edildi.

               Osmanlı saraylarında ilginç yemek alışkanlıkları   
Sarayda  domates yeşilken tüketilir,kırmıza döndüğünde ise kesinlikle kullanılmazdı. Demir şişler yerine  defne dalı veya patlıcan sapı kullanılırdı. Pişme sırasında bunların aroması ete geçtiğinden ayrı bir lezzet oluşurdu. Sarma yapılırken asma yaprağı yerine ayva veya fasulye yaprağı kullanırdı. Olgunlaşmamış üzümden yapılan koruk suyu ve nar suyu limon yerine tercih edilirdi. Et ve balık pişirilirken mutlaka tarçın ilave edilirdi. İftar menülerinde sofraya  su konmaz bunun yerine şerbet veya hoşaf vermek bir gelenekti. Sarayda ekmeğe ayrı bir önem verilirdi. Ekmek sıradan ekmek, has ekmek,en has ekmek gibi çeşitlere ayrılıyordu. Padişah tamamen beyaz undan yapılan en has ekmeği yerdi .Diğer  ekmeklerde hiyerarşi durumuna göre dağıtılırdı. Helva genellikle gül suyuyla tatlandırılır, Yemeklerde mutlaka tuzsuz tereyağı kullanılırdı. Padişah  II.Murat’ın sofrasında ise müzik hiç eksik olmazdı.

                                  Duvara giren patrik 
Türklerin İstanbul’u ele geçirmesi sırasında  bir kısım halk ve asker kaçağı Ayasofya’ya dolup, o zamanlar kilise olan yapının tunç kapısını sıkıca kapatarak savunma haline geçmişlerdi. Şehre giren Türk ordusu  Ayasofya’nın önüne gelip kapısının kapalı olduğunu görünce baltaları ile kapıyı kırmak zorunda kalırlar. Patrik bu sırada içerde ayin yapmaktaydı. Ancak Bizanslılar bundan sonrası için bir hikaye uydurdular. Sözde Türk askerleri içeri girdiği zaman  mihrabın olduğu yerdeki duvarda bir kapı açılıp  patrik buradan içeri girmiş. Türkler  İstanbul’dan  ayrıldığında Ayasofya tekrar kilise haline dönünce,   duvar yeniden açılacak  patrik  buradan dışarı çıkıp   yarım kalan ayinine devam edeceğine inanmışlardı.

                                           Mahmut  Paşa
İstanbul’un en  kalabalık alış veriş semtine adını veren Mahmut Paşa Fatih Sultan Mehmet’in sadrazamlığını yapmış önemli bir devlet adamıydı.Sırp bir anne ile Rum bir babanın oğlu olarak dünyaya geldi. Esir olarak alınıp güzel bir tahsil ve terbiye verilerek yetiştirilir. İstanbul’un kuşatılması sırasında pek çok kahramanlık  gösterince  Fatih’in sevgisini kazanmayı başarmıştı. Sırbistan’ın işgali sırasında çok başarılı olunca  sadrazamlığa kadar  yükselir. Bu görevdeyken Midilli’nin alınması ve         Eflak bölgesinin Osmanlı topraklarına katılmasında büyük faydaları oldu.Daha sonra  rüşvet aldığı iddiaları  üzerine gözden düşerek  görevinden alınır.Fakat bir müddet sonra eksikliği hissedilince Uzun Hasan’a yapılan sefer sırasında tekrar sadrazamlığa yükseltirek ordunun başında sefere gönderilir. Otukbeli savaşında  elde ettiği  başarılara  rağmen gerçekmi iftiramı olduğu anlaşılmayan  rüşvet söylentileri üzerine  Yedikulle zindanlarına atılarak 1474 senesinde boğularak öldürülmüştür.
Bu gün Mahmut  Paşa olarak anılan semtte çarşı, cami,hamam, okul ve 265 dükkandan oluşan bir bedesten yaptırdığından  onun adı verilmiştir.

                                             Ahırdaki  Vezirler  
II.Mahmut  zamanında hekimbaşı olan  Abdülhak  Molla  bir yaz  günü   tüm vezirleri Bebek’teki evine davet eder. Sofra kurulup bol miktarda  içki içilip yemek yenir. Vezirlerin  tam keyifli olduğu sırada padişahın kayığı görülür. Hızla yalıya yaklaşmaktadır. Hepsi telaşlanıp bir yere kaçmaya çalıştılar.  Molla ise padişahın geleceğini bildiği halde vezirlere söylememişti. Onları böyle telaş halinde görünce ‘Ahıra saklanın hünkar oraya bakmaz ‘ diyerek hepsine yol gösterdi.Onlarda çaresizlik içerisinde koşarak ahıra girip sessizce beklemeye başladılar. Abdülhak Molla koşarak padişahı karşılar. Sonra bahçenin içerisinde bulunan  ahırın önünden geçerkende kapısını açıp ‘ işte hünkarım tüm vezirleriniz burada isterseniz  divan’ı burada kurabilirsiniz ‘ der. Bu durumdan hoşlanmayan padişah ertesi gün Abdülhak Molla’yı görevinden almıştır.
                           
                                        Tarihte  Çatal
Çatal bulunmadan önce  yemekler elle yenirdi. Yemek sırasında parmakların görgü kurallarına uygun bir şekilde hareket etmesi  gerekiyordu. Parmağın yağlanmamasına dikkat etmek önemliydi. Halk yemek sırasında beş parmağını , asiller ise sadece üç parmaklarını kullanırlardı. Bu kişiler  yüzük parmaklarını asla kullanmazlardı.
 İlk yemek çatalının 1100 yılında Venedik’te kullanıldığı biliniyor.İki ucu olan bu çatalların kullanımına bazı çevreler tanrının verdiği yiyecek yine tanrının verdiği parmaklarla yenir düşüncesiyle karşı çıkmışlardır. Bazı erkeklerde yiyecekleri bıçakla tutup elle yedikleri için çatal kullanmayı kadınımsı bir  davranış olarak algılayıp uzun bir süre kullanmayı reddetmişlerdi. Bu devirde çatallar daha çok altın,gümüş,billur  veya demirden yapılarak özel bir kılıf içerisinde taşınırdı.Önceleri lüks sayılan çatal 17.yy dan sonra bütün Avrupa’da kullanılır hale geldi.  Kaşık ve bıçağın yemek sırasında  kullanılması  ise tarih kadar  eskidir.

                                  Beyoğlu   Kralları
Osmanlı imparatorluğunun son zamanlarında  İstanbul Beyoğlu’nda  kendilerine Tatlısu Frenkleri denilen  azınlık bir halk  yaşardı.  Cenevizlilerle Venediklilerin kalıntısı olan bu grup o devirlerde devlet otoritesinin azalması ve padişahında hoş görüsüne sığınarak Beyoğlu’nda  ayrı bir topluluk olmuşlardı.Avrupa devletlerinin elçiliklerinde desteklediği bu azınlığa yerli halk ‘ Beyoğlu Kralları ‘ ismini takmıştı.İngiltere, Fransa ve Rusya kapitülasyonlardan da faydalanarak  Osmanlı Devletinin kanun ve nizamların aldırış etmedikleri Tatlısu Frenklerini ve hristiyan azınlığı kanatları altına aldıklarını görüyoruz Bunlardan suç işleyenler onlara sığınınca polis ve adliye bunlara karışamazdı. Bu devletlerin elçilik binaları  suç işleyenlerin adeta sığınağı haline gelmişti. Beyoğlu Kralları  koruyucuları olmadan sokağa çıkmaz,  daima süslü ve pahallı arabalara binerlerdi.  Türkçe bilmelerine rağmen asla Türkçe konuşmazlar,  kendi aralarında toplantı ve  balolar düzenleyip  eğlenirlerdi. Cumhuriyet kurulduktan sonra bir anda kaybolan  Beyoğlu krallarını bir daha gören olmadı. Tarih içerisinde kaybolup gittiler.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder